Çıkarları için, biçimsel bazı “hak”(!)lar için emperyalizme boyun eğmeye, onurlarını satmaya hazır olanlara, Anadolu emekçilerinden küçük bir ders niteliğindedir aşağıdaki anı.
Tarsus’a bağlı Gülek kasabası, Toros Dağları’nın zirvelerinde bulunan bir geçit yeridir. Karboğazı ise, kasabanın 15 km uzağındadır. İşte o Karboğazı’nda, çam ağaçlarının içinde bir anıt vardır. Dağların yücesinde bulunan bu anıtın ana figürü, elleri silahlı bir erkek ve bir kadın heykelinden oluşur. Bu, Karboğazı Kuvayi Milliye Anıtı’dır.
Bu anıt, Çukurova bölgesinin emperyalist işgalden kurtuluşunun ilk kıvılcımı sayılan bir çarpışmanın hatırasına yapılmıştır. Karboğazı Savaşı da denilen bu çarpışma, emperyalist işgalcilere karşı halkın cesaret ve fedakârlık dolu direnişinin küçük bir kesitidir. Fakat bugün “Kemalist” geçinip emperyalistlerle işbirliği içinde olanlara, “İngiliz mandası olsaydık daha özgür olurduk” diyen İslamcılara da büyük bir derstir.
Emperyalist paylaşım savaşında yenilmiş olarak çıkan Osmanlı, emperyalistler tarafından paylaşılmıştı. Bu paylaşımın sonucu olarak Fransız işgal birlikleri, 17 Aralık 1918’de Mersin’de karaya çıktılar. 19 Aralık’ta Tarsus, 20 Aralık’ta Adana işgal edildi. Çukurovalılar, bu oldubitti karşısında şaşkındı. Yenilen Osmanlı’nın işbirlikçi politikalarıydı; işgalin altında Osmanlı yönetiminin izni ve onayı vardı. Ama hep olduğu gibi, halkın üstüne yürüdü işgalci çizmeleri.
Bu durumda ne yapılacaktı? Belli ki sarayda zevk-ü sefa süren taht sahiplerinden halka bir fayda yoktu. Dahası, kendilerinden medet umanlara “Direnmeyin, işgal birliklerine yardım edin” diye telgraflar göndermekteydiler. Fransız işgal güçleri, bölge halkına değişik biçimlerde zulmetmeye başlamıştı. Öyle ki işgalcilerin zulüm ve hakaretlerine karşı yöre halkı, çareyi Toroslar’a doğru göç etmekte buluyordu. Bu büyük göç dalgasına yörede “kaç kaç” adı verilmişti. Ama elbette bölgenin yiğitleri kaçmayacak…
Vatansever Çukurovalılar, bir araya gelip örgütlenmeye başladılar. “Ya İstiklal Ya Ölüm”dü onların şiarı. Fransız işgal güçleri, bu halk direnişini aşağılamak için başka birçok bölgede olduğu gibi “baldırı çıplak çetesi” adını koymuştu. Çukurova köylüsünün çoğu yalınayaktı belki. Yıllardır süren savaşlar ve kıtlıklar sonucu bu duruma gelmişlerdi. Lakin baldırı çıplaklar, işgalcilere karşı yine de donanımlıydılar. Vatan duygusuyla donanmışlardı.
Çukurova ve sahil şeridini elde tutan Fransız ordusu, Toros dağ yollarının güvenliği için Pozantı kasabasını da bir taburla işgal etmişti. Anadolu içlerine ilerlemek için Gülek Boğazı’na hâkim olmaları gerekiyordu. Pozantı’yı büyük bir birlikle işgal etmelerinin amacı buydu. Fransızlar, Anadolu içlerine ilerlemek istiyorlardı fakat çevrede bulunan Yörük obalarının yiğitleri, tren yollarını sabote ediyor, köprüleri yıkıyordu. İşgalciler, bu eylemler nedeniyle kıpırdayamaz hale geliyordu. Dadaloğlu’nun torunları, işgalcilere karşı “Dağlar bizimdir” demekteydiler yine. Ve gerçekten de öyleydi. Dadaloğlu yiğitleri yüzünden işgalci dağlara yanaşamıyordu bile. İşte onlardan biriydi Alpu köyünden Usta Mehmet.
“Sessiz bir sabah gelmek üzere, şafak söküyor. Her taraf koyu bir sessizlik içinde. Bu sessizliği, Alpu köyünden çıkıp Belmece kayalıklarına doğru ilerleyen iki gölgenin ayak sesleri bozuyor. Bu gölgeler Fransızların Pozantı’da yaptığı alçaklıklara katlanamayan iki bacanağın gölgesidir. Birisi Sunullah’ın oğlu Usta Mehmet, öteki de bacanağı Ömer’di. On dakika sonra, düşman karargâhı olan tünelden yüz metre kadar yüksekte ve 500 metre kadar uzakta olan Belmece kayalıklarına ulaştılar.
O sırada düşman karargâhı olan tünelin ağzında bir parıltı belirmişti. Parıltı bir parlayıp bir kayboluyordu. Sunullah’ın oğlu Usta Mehmet, bacanağı Ömer’e “Birisi maniple yapıyor aynayla. Şuna bir kurşun sallayacağım bacanak” deyip silahını parıltıya doğrultuyor. Nişan alıp tetiğe basıyor…
Baldırı çıplaklardan Usta Mehmet’in sıktığı kurşun, hedefini bulmuştu. Hedefteki, düşman komutanının ta kendisiydi. Halkın şahlanacak gazabının işaret fişeğidir sıkılan bu kurşun ve ardı gelecektir.
Bu kurşun, Pozantı’da sıkılan ilk kurşundu. Maraş’ın Sütçü İmam’ının ilk kurşunu gibi, İzmir’in gazeteci Hasan Tahsin’inin ilk kurşunu gibi, ilk kurşundu. Bu ilk darbeyi yiyen düşman, geri çekilerek Pozantı’daki tabura sığındı. Bundan moral bulan çevre köylerin çeteleri de düşmanı sıkıştırarak aman vermemeye başladılar.
Sonrasında Fransız güçleri Pozantı’dan çıkamaz oldular. Yardım amacıyla Adana ve Karaisalı’dan gönderilen Fransız kuvvetleri de Pozantı’ya ulaşamadılar. Çünkü o “baldırı çıplak” çeteler, yollarını kestiler. Pozantı’daki tabura destek kuvvet ulaştıramayan işgal komutanlığı, bunun üzerine geri çekilme talimatı verdi. Plana göre, Namrun-Gözne üzerinden Mersin’e çekileceklerdi.
İşgalci ordu, 25 Mayıs 1920 günü yola çıktı. Yolda rastladıkları bir çoban ve karısını da rehberlik etmeleri için yanlarında alıkoydular. Fransız komutan, çobana, doğru ve kestirme yolu gösterirse yüklü miktarda para vermeyi vaat etti. Fakat o cahil, baldırı çıplak köylünün düşüncesi farklıydı. Fransız’ın çil çil paraları için Anadolu halkına ihanet etmek, onun aklının köşesinden bile geçmemişti. İlk fırsatta karısını köye gönderip “Çetelere haber ver, düşmanı Karboğazı’na sokacağım” diye de tembihledi.
Çobanın adı, Gülekli Kumcu Veli’dir. Vaat edilen parayı elinin tersiyle ittiği gibi, kendi hayatını da riske atarak düşman taburunu pusu atılacak yere doğru götürür. Bu arada Kumcu Veli’nin karısı, dağları, tepeleri aşıp haberi yöredeki milis güçlerine ulaştırır. Gerisini, Karboğazı çarpışmasının gazilerinden Gülekli Kemal’in anlatımından öğreniriz:
“Bu haberi alır almaz bu Aydınlı aşiretinden de bize geçen on iki kişi ile akşam karanlığı basarken Germeçbeli’ni çıktığımızda düşmanın Karboğazı mevkiinde karargâh kurmuş, ateşlerini yakmış olduklarını gördük. Burada yapacağımız işi arkadaşlarımızla tartışmamız, istişare etmemiz gerekiyordu…”
Çünkü karşılarında donanımlı bir tabur, sayı, silah, eğitim durumu kendilerinden epeyce üstün bir kuvvet vardı. Ya işgalci tabura dokunmayacaklar, ya da ne olursa olsun deyip saldıracaklardı. Ne olabilirdi? Zafer fazla mümkün gözükmüyordu, ölebilirlerdi de…
“Yaptığımız istişare sonucunda… düşmanı pusuya düşürebilmek için daha ileri gitmemiz gerektiğine karar verdik. Hayvanlarımızı Germeçbeli’ne bırakarak harekete hazırlandık. Harekete hazırlandığımız zaman mevcudumuzun hepsi 44 kişiden ibaretti. Yalnız bu 44 kişinin öyle bir azim ve imanı vardı ki, her biri bir düşman bölüğüne karşı koyabilecek güçte oldukları inancı, davranışlarından anlaşılıyordu. Sabahleyin düşman öncüleri gözükmeye ve bize doğru yaklaşmaya başladığı sırada, biz de düşmanın geçeceği yol üzerine siperlerimizi yaparak tüfekleri yerleştirdik. Düşman… pusu kurduğumuz noktaya geldiği zaman hepimiz birden aralıksız ateşlerle düşmanın öncülerini tamamen imha ettik…”
“Vurun, namus günüdür” diyor ya türkü; işte o gündür yaşanan. Düşman şaşkınlık içinde karşılık verir. Bir o yana, bir bu yana çekilmeye çalışsalar da fayda etmez. Milislerin kurşunları hiç boşa gitmez. Çatışma bu şekilde akşama kadar sürer.
“Biz düşmanı çevirdiğimizde akşam olmuş ve ortalık da kararmaya başlamıştı. Artık düşman kuvveti bir tarafa gidemeyeceğini, kendilerini de koruyamayacaklarını anladıkları bir sırada, düşman tarafından Türkçe bir ses duyduk. ‘Komutanımız teslim olacak. Komutanınızla görüşmek istiyor..’ diye tekrar tekrar bağırıyordu…”
Sayları az da olsa, öfkeleri çok, donanımları yetersiz de olsa, onur, namus, vatan ve halk sevgisiyle donanmış baldırı çıplaklar, Fransız taburunu 28 Mayıs 1920’de teslim aldılar. Çok sayıda ölüsü olan Fransız taburundan bir binbaşı, 27 subay ve 650 asker esir alındı. 2 top, 830 tüfek, 13 makineli tüfek ve diğer cephaneliğe el konuldu.
Kumcu Veliler’in, Usta Mehmetler’in, Gülekli Kemaller’in, çobanın isimsiz eşi ve binlerce başka isimsizin Toroslar’ın yücesinde yarattığı Karboğazı abidesi, bu topraklardan mandacılığa verilmiş en kesin cevaplardandır. Ve bu topraklarda elbet, Kumcu Veliler hâlâ yaşıyor; bu topraklar ulusalcı ya da İslamcı veya başka bir kılıfa bürünen mandacılara bırakılmadı hiç…
(Kurtuluş Savaşı’nda Kahraman Çukurovalılar – İsmail Ferahim Şalvuz, 1. Baskı, 1938- kitabından yararlanılmıştır.)