(Müvekkilleri Ebru Timtik’i Anlatıyor)…
“Onlar sanıyorlar ki, avukat dediğin cübbesini giyer, savunma yapar. Cübbe gidince avukatlık da biter. O kadar. Hele de can bedeli bir direniş…”
Şimdi o tek cümle, “Tarihte tek bir ak sayfaya sığar ömrümüz.” burgu olmuş dönüyordu beyninde.
Destansı yaşamış, hep halkının yanında olmuş, acısından acı, sevincinden sevinç duymuş bir ömrü hangi ak sayfaya nasıl sığdıracaktı? Neyi anlatacaktı? En keyifli sohbetlerin arasında çalan bir telefonla nasıl kalkıp gittiklerini mi? Bankada hesapları olmadığını ama mahalle bakkalında borç defterleri bulunduğunu mu?
Hem bunlar nasıl avukattı ki, alışılagelmiş meslek yaşamının dışında kendine has yaşıyor, öyle çalışıyorlar. Hiç zengin müşterileri yok. Kapılarını çalan hep yoksul halktan insanlardı. “Kızım, oğlum gözaltında” diyen çaresiz insanlar. Bileziğini veren de vardı, alyansını masaya koyan da. Yeter ki kurtulsun oğlu, kızı. Ne bileziği aldılar, ne alyansa baktılar.
Kalın kalın kitaplardan öğrenemediklerini, zulmün dişlileri arasında örselenmiş yoksul halktan öğrendiler. Yüzlerindeki, alınlarındaki derin çizgiler yaşam tarafından nakşedilmiş satırlarmış meğer. İyi tümce kuramıyorlar belki. Kelimeler yerli yerinde değil, cümle yapısı bozuk. Ama dediklerini tam diyorlar. Hile, hurda bilmiyorlar, sözlerinin içinde yürek var. Korkaktılar, cesurdular, cahildiler, saftılar. Çocuklaştıkları zamanlar olurdu. Anlı şanlı salonlarda öğrenemediklerini, bu basit insanlardan öğrendiler. Çünkü onlara yaşam damgasını vurmuştu.
Her şey bir insanı sevmekle başlar derler. Bu belki doğrudur. Tek insan nedir ki? Onlar bir rakamının yanına sıfırlar eklemeye başladılar. Arttıkça sıfırların sayısı, birler yerini binlere, onbinlere, milyonlara, tüm halka bıraktı. Savunmanlık cübbesinin altında bir fidan boy verdi, bir sevda fidanı. Kökleri Anadolu toprağında, kendisi dalları. Bir geçmiş zaman hikayesi gibi. Eski Greek yontucular böyle yaparmış insanları. Kökleri toprakta, başında dalları, yaprakları. Çok oldu insanlık ortaçağ karanlığını aşalı. Yontular insan gibi yapılıyor artık. Elleri, bacakları, kolları. Şart değil kafasında yeşermesi ağaç dalları. Ama bu çok mani değil, insanın toprağa kök salmasına. Toprak vatandır. Doğuran, besleyen, büyüten ana. Derinlere uzanan her kök onun gıdasını taşır cana.
Ne yersen osun. Munzur’un suyunu içti. Seyit Rıza’nın havasını soludu. Sağlam meşeleri vardır o toprağın. Rüzgara, kara-kışa meydan okuyan. Eğilen ama yıkılmayan. Bir otuyum bu toprağın dedi bir yandan, bir meşe sağlamlığıyla durdu öte yandan. Eğilmedikçe o, rüzgar sertleşti. Bir rüzgar uğultusundan fazlasıydı kulaklarında yankılanan. “Avukat hanım ayağınızı denk alın!”
Ezim ezim ezilirken yoksullar ve sızım sızım sızılarken yürekleri, onları savunduğu için ayağını denk al diyordu birileri. Bilmiyorlar ki, onlar örüm örüm örülmüştü birbirine, çözülmez iplerle. Bunun için dayatılan bedelse…
Neden olmasın.
Zoru görünce vazgeçen, kaçan insan arıyorlardı. Bulamadılar. Ömürleri emniyet-hapishane-adliye üçgeninde, bir de yoksulların içinde geçen avukatları, duvarın içine alırlarsa bu iş olur sandılar. Zoru görünce… Neylersin. Hiç temiz el tutmamış, hilesiz bir göze bakmamışlar ki. Nerden bilecekler zora, korkuya boşverildiğini, aynı yüreklerde sevdanın nasıl mayalandığını. Onlar sanıyorlar ki, avukat dediğin cübbesini giyer, savunma yapar. Cübbe gidince avukatlık da biter. O kadar. Hele de can bedeli bir direniş…
Eski zaman hikayesi değil. Kanlı canlı insanların içinde bulunduğu bir yaşanmışlık. Bir varmış bir yokmuş diye başlamaz. Öyle başlar işte. Nasıl ki yağmur vara yoğa bakmayıp, koşullar olgunlaşınca yağıyorsa, bu da öyle.
Düşman, erkekleri öldürüp zapt edince vatan toprağını, dağa çıkar ülkenin kadınları. Düşman namert. Silahsız, savunmasız kadınları kovalar dağda. Ve kuşatır bir uçurumun kenarında. Ne kadar namertse düşman, ondan kat be kat daha mertti kadınlar. Yaşamla ölüm arasında bir mendildir şimdi biricik silahları. Oyalı bir mendil. Belki yavuklusundan kalan. Bilinmez ki. Halaya durmuş kadınların elinde, işgalciye doğrultulmuş bir silahtır şimdi mendil. Şarjörü, şarjöründe kurşunu yok mendilin. Ama içinde yürek var. Renginde sevda. Dalgasında umut. Rüzgarında ses; Ya Özgür Vatan, Ya Ölüm! Demeyin mendil konuşur mu. Bütün bir vatan onda dile gelir. Ya Özgür Vatan, Ya Ölüm!.. Düşman çizmesi altındaysa vatan, diğer seçenektir elde kalan. Öyle boş ölmemeli insan. Adına ölüm denen yok oluşta, beden bayraklaşıp çekilmeli vatanın burçlarına. Kızıl bir mendilin ardında, halay çekerek uçuruma savrulanlar bayraklaşıp göğe çekilirler. (Bu bölüm Gerçek bağımsızlık savaşından, gerçek bir hikayeden esinlenilmiştir.)
Diller, lehçeler, coğrafyalar, söylemler değişmiş. Nerede bir düşman çizmesi varsa, orada aynı cümle dile gelmiş. Ya Özgür Vatan, Ya Ölüm!
Savunmanın görevi kürsüdedir mi dersiniz?
Yanılırsınız. Onun görevi yaşamın içindedir. Kürsü yaşamda artık bir sahnedir, o kadar. Ve fakat, yine de kürsünün mühim bir önemi var. Çünkü orada, yalanın suratına sırrını gerçekten alan bir ayna tutulur. Yalan ne kadar gerekliyse sömürünün devamı için, gerçekte aynı derecede zorunluydu sömürüden kurtulmak için. Gerçekle sırlanmış aynayı sevmediler. Ve görünmesin diye gerçek, aynayı tutan elleri zincirlediler.
Kelepçe. Zincir. Tecrit. Yerin yedi kat altı. Hatta cehennemin dibi. Kim gömebilmiş ki gerçeği.
Cübbe yoksa, kürsü uzaksa, söz yasaksa... Olanı da yok edemezler ya. Gerçek durur orta yerde. Ve dile gelir bir savunmanın milim milim eriyen bedeninde.
“Yaşamak lazım.” derken birileri, “Biz burada olduğumuz için müvekkillerimiz almamaları gereken cezaları alıyor, yatmamaları gereken hapisleri yatıyorlar.” diyordu halkın avukatı, bir deri bir kemik ve ışıl ışıl gözleriyle. Bakarken erimiş bedene, bakarken ışıklı gözlere sığındı aynı sözler; Nasıl anlatmalı sizleri?
Derken…
Bir savunmanın kalbi durdu dediler. Anlatmaya dair sorusu beyninde salınıyor, kendine yanıt arıyordu. Geçmişe mi uzanmalı, geleceğe mi gitmeli? Yoksa onun orta yerinde mi durmalı?
Derken…
Ansızın onu gördü. Cübbeli, kadın avukatların omuzlarında bir savunmanın bedeni abide gibi yükseliyordu. Denizin gemiyi taşıması misali gidiyordu halkının omuzlarında, özgür vatan toprağına…
Derken…
Onlarca yabancı dilde, onlarca yabancı gazetede gördü onu. Antik Greek yontucuları kıskandıracak bir abide gibi dalgalanıyordu halkın avukatı. Hani en ön cephede, en ön safta şahlanıp ölesi gelir ya insanın. Ölecekse insan, böyle ölmeli dedi.
Derken…
Gözü abidede ama soru dönüyor beyninde. Nasıl anlatmalı? Ak bir sayfa… Tarih… Ömrümüz… Yok yok dedi. En sert mermerlere kazıyacağız biz sizi, en sert mermerlere…”