Ebru Ablam için Erzincan çok küçük bir şehirdi, kısa sürede geniş bir arkadaş çevresi edinmişti. Her görüşten , milliyetten arkadaşı vardı. Hiç kimseden olmamayı övünç sayıyordu. Kendince bağımsız, kendi doğrularına, aklına göre yaşayan biriydi. Herhangi bir düşünce, siyasi parti anlayış ya da bunlara yakıştırılan davranış özelliklerine göre davranmayı özgürlüğünü kaybetmek olarak yorumluyordu. Aleviler ve dolayısıyla solcular “O faşistlerle ne işin var?” diyorlar, faşist denilen, dinci, muhafazakar, MHP’liler “kominist” diyorlardı. Oysa gerçekten hiçbiri değildi daha doğrusu kendisini bir şey olarak ifade etmiyordu. Erzincan’da radyoculuk yaptı öğrencilik yaşamı boyunca, sonra yerel televizyon da çalıştı. Halkın türküleriyle, değerleriyle asıl olarak bu süreçte tanışmış, kaynaşmış oldu. Hukuk fakültesini bitirip de avukat ya da başka bir şey olmak gibi bir amacı yoktu ama okulunu mecburen bitirecekti. Annem için almalıydı diplomayı, para kazanmalı ve anneme de bir ev almalıydı. Kişisel tek hayalinin annemi “kiracılık” derdinden kurtarmak olduğunu söyleyebilirim. Elbette bitimsiz hayalleri vardı her zaman maddi edinim bakımından anneme bir ev satın almak dışında para, mal, mülk vb. birikimler geçmezdi aklından. Gezmek, tanımak, tanışmak, keşfetmek…. Onun hayalleri insani varlığını büyütebilecek zihinsel, kültürel gelişme isteğiyle doluydu. Üniversiteye başlamadan önce de İstanbul’a gelip pazarlamacılık ve tekstil işçisi olarak çalışmıştı bir kaç ay, anneme maddi destek olmak için. Pazarlamacılığı “Dolandırıcılık bu!” diyerek devam ettirmemiş, zor işçiliği olan kot pantolon fabrikasında kalite kontrol bölümünde çalışmıştı. Canını çıkarıyorlardı işçilerin ve her şeye ücret kesintisi, azarlama ile onurları kırıyorlardı. Bu süreç Ebru Ablamın paranın değerini, emeği daha iyi anlamasına yardım etmiştir.
Erzincan’daki öğrencilik süresi 7 yıl sürdü. Bunun son iki yılında Elazığ’dan gidip geliyordu sınavlara. Erzincan’da kardeşi tutsak olan ve ölüm orucu eylemi yapan, kardeşinin taleplerini desteklemek için kendisi de ölüm orucu yapan Hülya Şimşek’in ailesiyle de tesadüfen tanışmıştı. Önce evlerinde kiracıydı ama aileyi tanıdıkça kızları gibi oldu. Hülya Şimşek devrimci değildi fakat hak, adalet aşığı bir insan olarak gerçeklerin yanında durup şehit düşmüştü. Onun bilgeliğinden ve Sakine Ana’dan çok etkilenmiş, sevmişti. Erzincan’da hak talepleri için düzenlenen Eğitim-Sen, KESK mitinglerine, 1 Mayıslara katılmaya başlamıştı artık. Solcu olduğu, sol değerleri benimseyip bu değerlere sahip insanlarla beraber yaşama arkadaşlık etme tercihi netleşmişti. Ölüm oruçları da devam ediyordu, 19-22 Aralık Katliamı yaşanmıştı ve üzerinde karamsar etkiler bırakmıştı. Bu katliama rağmen devam eden eylemin başka bir gücü olduğunu hissediyorduk ama, tamamen yok olmayan parıldamaya devam eden bir ışık vardı sanki. Açlık gibi bizim bir öğünümüzü bile atladığımızda elimizi ayağımızı kesen doğal, fiziksel bir güdüyü doyurmamak tercihiyle yapılan eyleme saygı duyuyorduk. Bunu yapan, yapabilen insanların inançlarına, sevgilerine, yiğitliklerine, güvenilirliklerine ilişkin bir şüphe duyulabilir miydi? Biz de ölmesinler istiyorduk işte, yaşasınlar ve umudumuzu büyütsünler. “Yaşasınlar öyle mücadele etsinler.” düşüncesine çok kolay iknaydık ama madem bu eylemin zorunluluğunu onlar tespit ediyordu, herhalde bizden daha fazlasını da görüyor olmalıydılar. Bize düşen eylemin taleplerini desteklemekti o halde. O sırada ölüm orucu eyleminin gerekliliği, gereksizliği, yanlışlığını, doğruluğunu tespit edebilecek, değerlendirebilecek durumda değildik.
Erzincan’da okulunu uzattığı için Elazığ’a döndüğünde, bekar teyzem ve eşinden ayrılıp tek başına çocuğunu büyütmeye çalışan çocukluk arkadaşımızın işletmesi için bir lokanta açma girişimine de önayak oldu. Bugünden bakıldığında tam bir delilik ama ne yapıp edip bir dükkan kiralayıp, evden getirilen, kimileri satın alınan kap kaçak ve ikinci el masa ve sandalyelerle bir lokanta açmış ve sanıyorum 8 ay kadar da ayakta kalmıştı. Evim Ev Yemekleri. Elazığ gibi bir şehirde “kadın başına” sermayesiz böyle bir işe kalkışmak kolay bir iş değil ama Ebru Ablamın kafasına koyduğunu ne yapıp ne edip yapan biri olduğunun göstergelerinden biridir. Bu işle hakikaten ilgilense kapanmazdı da ama Ebru Ablamın esnaflık yapmak gibi hayali yoktu. Sadece iki kadının ekonomik bağımsızlıklarını kazanmasını onları sırf bu nedenle evlilik yapma gibi bir eğilimden uzak tutmak istiyordu.
Bu sıralarda Elazığ’da kurulu Temel Haklar ve Özgürlükler Dernegi’ne de gidip gelmeye başlamıştı. Şarkı türkü söylemeyi çok sevdiği için derneğin müzik grubuna dahil olmuştu. Köyleri boşaltıp göçe zorlanan Dersim göçmenleriyle ilgili çalışmalara yardım ediyordu. Halkın Hukuk Bürosu’nun bu nedenle yapacağı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru hazırlıkları için çalışmaları dayanışmayla sürdürülüyordu. Bu kapsamda evler tek tek dolaşılıyor, anket çalışmalarıyla durumun ne olduğunu anlatıyorlardı. Bu insanları çocukluğumuzdan beri tanıyor, görüyorduk fakat onlar için ilk bilinçli mücadele başlangıcı sanıyorum bu kapı kapı dolaşmalardır. Buralarda yavaş yavaş uzağına düştüğü yoksulluğu, umutsuzluğu da görmüştü. Oturdukları bir evde bir ablanın “Çay yapayım mı, içer misiniz? sorusuna evet karşılığında ne kadar ezildiğini anlatmıştı. Çünkü yardım için mutfağa girdiğinde kendilerine demlenecek çay, küçük paketin altında sabah kahvaltısı için ayrılmış bir kaşıklık çaydı. Bu durumdan çok üzülmüş, utanmıştı. Yine “Ahh, ne kadar huzurlu, sakin bir ev, çok mutlusundur burada değil mi?” gibi romantik bir yaklaşıma, lise çağında gencimizin verdiği cevap onu çok düşündürmüştür. “Nesinden mutlu olayım abla? Bir an evvel çekip gitmek istiyorum.” Hayatın gerçeğinden uzak, halkın istek ve arzularına yabancı bir öğrenci. Ama o bütün bunları hızla fark edip öğrenecek kadar da iyi bir öğrencisiydi hayatın.
Sanıyorum aynı sene Halkın Hukuk Bürosu’ndan bir avukatla Munzur Festivalinde tanışmış, sohbet etmişti. Büro avukatlığı, anlayışı ile ilgili öğrendiklerine, Dersim’in köy yollarında sarsıntıyla ilerleyen minibüsün camına vurup duran kafasına rağmen uyanmayan bu avukatın yorgunluğunu gözlemlemek de eklenmişti. Kendisi avukat olmayı düşünmüyordu ama neden halk için, ezilen insanlar için yararlı bir biçimde çalışmasın? Neden bu kadar yorularak çalışan insanların yükünü taşımaya yardımcı olmasın? İlk kez halkın avukatlığını yapma fikri burada uyanıyor diye biliyorum.
Bundan önce de küçük bir kıvılcım yanmıştı içimizde. TAYAD’lı Ailelerin “Kendine insanım, demokratım, sosyalistim, devrimciyim diyenlere” Ankara’da buluşma ve meclise toplanan imzaları sunma çağrısı vardı. Devrimci değilsek de demokrat ve insandık biz de. Bu çağrıyla beraber Ankara’ya gittiğimizde bahar sabahlarının dondurucu soğuğunda bizi bekleyen, uzun paltosu, güven veren tebessümüyle, heybetli duruşuyla bir halkın avukatıydı. Değişik şehirlerden bir araya gelen devrimci tutsakların ve şehit annelerinin kucaklaşmaları ve acılarını birbirinin omuzunda dindiren bu insanların kader ortaklığını izliyorduk. Kimseyi tanımıyorduk aynı minibüste yolculuk ettiklerimizin dışında. Onlarla da minibüste tanıştık ve bizim kim olduğumuzu anlamaya, güvenirliliğimizi ölçmeye çalışıyorlardı. Bu insanlardaki birbirlerine duydukları sevgi ve yakınlık gözle de görülebiliyordu. Başı dik ve kararlıydılar. Otobüsün içinde, tanıdıkları ve güven duydukları avukatı gösteriyor, “Bak erkenden gelmiş, kurban olam soğukta bizi bekliyor.” diye sevgi sözleriyle uzaktan seviyorlardı onu. Biz de onun gibi olabilir miydik? Avukatlık bu biçimde içten bir sahiplenme yaratarak yapılabilir miydi? Tabi oldukça da karizmatik ve etkileyici bir duruşu vardı. Sonrasında yoldaşı olacağız bu avukatın. Bir modeldi işte, kafamızda sözleri somutlayan.
Bu dönemin devrimci mücadelesini omuzlayıp, halk güçlerinin tasfiyesini engellemeye dönük eylemlerin en ağır bedeliydi ölüm oruçları. Hak bilinci yeni yeni uyanmaya başlayan bizlerin görmezden gelemeyeceği kadar etkiliydi. Dönüp dönüp bu çekim alanının etkisine giriyorduk. Okullarımız bitmek üzereydi ve mesleğimizle de halkımıza hizmet etmek, faydalı olmak istiyorduk. Devrimciler bütün ömürlerini, özgürlüklerini ortaya koyarken, halkın vergileriyle yapılmış okullarda onların alın terinden verilen burslarla eğitim görüp sonra da halktan bana ne diyebilir miydik? Biz diyemedik. Aziz Nesin okumuştuk hiçbir şey bilmesek bile. Arkamızı dönüp gitmek istesek de büyük bedellerle, fedakarlıklarla yaratılan bu çekim gücüne kapılıyorduk. Bizim de yüreğimizde yiğitliklere, güzelliklere açılan bir kapı vardı demek.
(…)