Korona günlerinde evde tutulmanın ne anlama geldiğini gördük. Bir süre sonra sokağı delice özlüyor insan. Nefes almanın, tanımadığı insanların arasına karışmanın özgürlük demek olduğuna hak veriyor. Son dönemde bunları düşünürken, Grup Yorum üyelerinden Helin Bölek ve İbrahim Gökçek ile Mustafa Koçak’ın birbiri ardına ölümleri geldi. Bütün dikkatler cezaevlerinde olanlara çevrildi.
Salgın her yerde vuruyor. Açık ve kapalı cezaevlerinde şimdilik yüzü aşkın Koronavirüs vakası saptanmış. Cezaevleri çok kalabalık, sosyal mesafe olanağı yok. Mevcut durum sağlık hakkına erişimde yaşanan adaletsizlik, uygun nitelikte sağlık hizmeti sağlamaya elverişli olmayan fiziki koşullar ve tecrit uygulamalarının tetiklediği olumsuzluklarla birlikte ağır bir tablonun varlığına işaret etmektedir. Bu tabloda hastaların sağlığa erişim haklarının sağlanamadığı ve bunun bir tür işkence olduğu açıktır. Kalp hastaları, kanser hastaları normal bir bakım görmedikleri gibi, kendi başlarına kalamayacak durumda bulunan muhtaçların ve şizofreni hastalarının da ölüme terk edildiği söylenebilir.
Salgının yanı sıra, şimdi avukatlar da ölüm orucunda. Adil yargılama yapılmadığı için Halkın Hukuk Bürosu (HHB) üyesi avukatlar Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal tutuklu bulundukları cezaevlerinde 5 Şubat’ta açlık grevine başladıklarını ve 5 Nisan’da ise eylemlerini ölüm orucuna çevirdiklerini açıkladılar. “Adil yargılama” kavramının ne olup olmadığını kim bilebilir? Bu konunun asıl uzmanı avukatlardır. Gerçekte, Gabriel García Márquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanında olduğu gibi, her şey gözümüzün önünde cereyan etmektedir.
Daha dün gibiydi. Onlar yargılandıkları davanın daha ilk duruşmasında tahliye edildiler. Anında savcılığın karara itirazıyla yeniden tutuklandılar (Kavala olayında olduğu gibi). Bu arada olan oldu ve tahliye kararı veren mahkeme heyeti yerine başka bir heyet atandı. Arkasından gelsin tanık/gizli tanık ifadeleri ve mahkûmiyet…
Ölüm orucundaki avukatların savunma hakları kısıtlanmış, söylemek istedikleri dinlenmemiştir. Mahkeme tarafsız değildir. Yasalarımıza giren Uluslararası Sözleşmelere uyulmamıştır. Avukatların temel insan hakları ihlal edilmiştir.1
Bu noktada adil yargılama isteği çok geç kabul edilen Gökçek’i anımsamalıyız. Onun ölüm orucuna başlamasının ve mahkûmiyetinin nedeni bir gizli tanığın ifadesi olmuştu. Gökçek’in ölümünden sonra o gizli tanık “polis baskısı nedeniyle, o ifadeyi verdim” diyecekti.2 Bu tür kara kanıtlar günümüzde çokça kullanılıyor. Ne yazık ki, Gökçek, bu gizli tanığın ifadesini boşa çıkarmak için ölüm orucuyla yaşamını yitirmiştir.
Daha önce 2007 yılında Av. Behiç Aşçı’nın 293 gün süren ölüm orucu akıllardadır.3 Sonlanmasında Bülent Arınç’ın katkısı vardı. Normali budur. Devlet kin tutmaz, hukuku uygular. Tersi işkence olur. Avukatlar asla ölmeyi değil, istemedikleri bir politikayı/uygulamayı değiştirmeyi amaçlamaktadırlar. Avukat, iktidarın hak arama gücüdür. İktidar da toplum da avukatın bu emeğinden yararlanır. Bir avukat “adil yargılanmadım” demişse, durup düşünülmelidir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/1 maddesinde ve Anayasa’nın 36. Maddesinde “davanın dinlenmesinden” söz edilmektedir.
Yapılan yargılama sırasında tanık dinletme hakkı da dâhil olmak üzere delillerin ibrazı ve değerlendirilmesi adil yargılanma hakkının unsurlarından biri olarak kabul edilen silahların eşitliği ilkesi kapsamında kabul edilmektedir. Böylece gizli tanıkla taraflardan birinin diğerine göre daha zayıf bir duruma düşürülmesinden sonra avukatların savunmalarının yeterince değerlendirilmemesi, mahkeme önünde savunmanın tam yapılamaması nedeniyle adil yargılanma fırsatı ortadan kalkmıştır. Çelişmeli yargılama ilkesi ise taraflara dava malzemesi hakkında bilgi sahibi olma ve yorum yapma hakkının tanınmasını ve bu nedenle tarafların yargılamanın bütününe aktif olarak katılmasını gerektirmektedir ki, davada son diyecekleri bile sorulmayarak, tam katılım engellenmiştir.
Ölüm oruçları intihar değildir. Bilinçli seçimlerin en acısıdır. Yaşama arzusunun zirveye çıktığı andır. Ölüm orucunu seçen bir avukat ise mesleğinin en masum dileğini ortaya koymaktadır. Başkalarının acıları da kendisine eklenmiştir. Aslında avukatların özgür, özerk ve bağımsız olmaları gerekir.4 Avukatların özgürlükleri meslekleri gereği bir başkadır. Avukat özgür olmalıdır ki, toplum özgür olsun. Onların herkes gibi kişisel kendi özgürlükleri yanında başkaları için de özgür olmaları gerekir. “Savunma özgürlüğü”dür, bunun adı. Tıpkı gazetecilerin “haber özgürlüğü” gibidir. Toplum onlar olmadan haksızlıklarla mücadele edemez.
Hükümet aslında ölüm oruçları konusunda çok deneyimlidir. Başarılı biçimde iktidara geldiği ilk dönemde cezaevlerinin durumunu düzeltmek için umut olmuşlardı ancak şimdi buralara sırt çevirmiş durumdalar. Ölüm oruçları 12 Eylül 1980 darbesiyle toplumun acı çıkmazıydı. Dönemin cezaevi yöneticilerinin yargılamaları 2012’ye kadar sarkmış, F tipi hücre hapishaneleri, tek giysi zorlamasıyla başlayan açlık grevleri, ölüm oruçları, işkenceler, ağır hastaları tedaviden yoksun tutan uygulamalarıyla uzun geçmiş unutulmaz ağırlıktadır.
32 kişinin yaşamını kaybettiği “hayata dönüş” katliamının acısı hafızalardan silinmemiştir. Şair Berrin Taş, tüyleri ürperten günleri şöyle anımsatır: “…zaman/ uykunun en tatlı saati/ zaman/ sinsiliğin çalar saati/ 19 Aralık 2000’de durdu/ zaman/ geçip gitmek istiyordu/ bahar dallarına/ buğday tarlalarına/ gelinciklerin oynaştığı/ yağmurun yıkandığı bir dünyaya/ zaman geçip gitmek istiyordu/ geçit vermedi bir kurşun/ o ilk çığlık/ yere çaldı zamanı/ zaman paramparça…”5
Ölüm orucu tercihinde bulunanlar aslında hukuk devletini talep etmektedirler. Onlar, adaletin ne olduğunu bilerek “şahsiyetli” ve “her taraftan” bağımsız bir duruş sergileyerek, özellikle eşitsizliklere karşı tek varlıkları olan bedenlerini ortaya koymaktadırlar. Ne devletin ne de hekimlerin ölüm oruçlarını onaylaması olanaksızdır. Hekimler arada kalmaktadırlar. Onlar, bu ülkede en basit hakların bile ölümü göze almadan olanaklı olmadığını görmekte ve yapılan işi onaylamamakla birlikte anlamaktadırlar. Devletin de hekimler gibi kişiyi yaşatma sorumluluğu ile hükümlünün özerkliğine ve onuruna saygı duyma gereği vardır. Ülke yasalarına da giren Uluslararası Sözleşmeler; devletin aykırı tutumunu, işkence, zalimlik, insanlık dışı, onur kırıcı ve kötü, aşağılayıcı muamele olarak değerlendirmektedir.6
Nitekim avukat örgütü olarak 39 baro, avukatların ölüm orucunun nedenlerini anlayarak, görevleri gereği aşağıdaki çağrıyı yapmıştır:
“Adil bir yargılamanın ölümler olmaksızın da sağlanabileceğini, tarafsız ve adil bir muhakemenin herkes için bir hak olduğunu hatırlatarak,
“Tutuklu meslektaşlarımızın yasal ve insani taleplerinin bir an önce karşılanarak tahliye edilmelerini ve adil yargılanma koşullarının sağlanmasını talep ediyor,
“Meslektaşlarımızı da ölüm orucu eylemlerini sonlandırmaya davet ediyoruz.”
Biz de “adalet, sağduyu hemen şimdi” demekteyiz. Hasta tutukları da içine alan bütünlüklü iyileştirme yapma zamanıdır. Anayasa’nın 104. Maddesinde “Cumhurbaşkanı’nın görevleri ve yetkileri” arasında “sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebiyle kişilerin cezalarını hafifletir veya kaldırır” hükmünü ayrıca önemsemekteyiz. Genelde çok az hatta hiç denecek kadar az kullanılan bu madde son infaz yasasında “kocama” yönünden dikkate alınmıştır. Konuyu ölüm oruçları açısından genişletilmesi ve yaşamlarını ölüm pahasına kullanan avukatların insanca isteklerinin kabulüne karar verilmesi hukuka uygun bir değerlendirme olacaktır.
Baro seçimlerinde çoğunluklu, çoklu baro tartışmaları aslında tek bir avukatın söyleminin tıpkı barolar gibi dikkate alınmasının önemini göstermektedir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, avukatlar barosuna karşı da özgürdür. Avukat yargı aşamasında toplumun tek demokratik sivil gücüdür. Mesleği gereği her yerde insanlık görevini tek başına da temsil eder. İfade özgürlüğü içinde hukukun üstünlüğünü dile getiren sesini ne ait olduğu baro ne de hükümet kısıtlayabilir.
Baroların işlevi bu demokratik gücü çoğaltmaktır. Savunma birliğini güçlendirmek ve yargı bağımsızlığını, adil yargılamayı kurumlaştırmaktır. Barolar işkence ve kötü muameleye direnme mekanizmaları olarak, demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü etkinleştirme araçlarıdır. Çoğunluklu seçimle yapılmış Türkiye Barolar Birliği hedefin gerçekleşmesi için zorunludur. Çoklu baro hukuk birliği ilkesini ve sistemi zayıflatır. Çoğunluk içinde her bir avukat zaten çoklu sesi oluşturur. Asıl her bir avukatın tekli sesi asla bastırılmamalıdır.
Cezaevlerinde Koronavirüs nedeniyle “yeni normale dönüş” tedbirlerinin konuşulduğu bir ortamda, insan haklarını gözeten iyileştirmelere yönelik gönül bağı da kurularak, ölüm oruçlarını sonlandırmaya yönelik yapıcı girişimlere bir an önce başlanması, hasta olanların tahliyesi, bunun yanında avukatların emeğinin ölüm oruçlarıyla heba edilmemesi, siyasetçiler ve gazetecilerin de bir an önce tahliyesi toplumsal barış ve sağlık için önceliklidir.
Av. Dr. Tennur Koyuncuoğlu