Mustafa Koçak, hücresinde sabaha karşı şehit düştü.
Son anlarına dair bir bilgi, bir anlatım yok henüz… Belki olacak, belki olmayacak.
Türkiye hapishaneler tarihi, 1984’de, 1996’da ve 2000-2007’de olmak üzere üç büyük ölüm orucu direnişi tanıdı.
Bazı ölüm orucu direnişçileri tecrit altında, tek başlarına şehit düştüler. Bazıları yoldaşlarının yanında.
“Tarihin ışığında”nın bu yazısında, sizlerle, yoldaşlarının yanında şehit düşen bir ölüm orucu direnişçisinin, Abdullah Meral’in şehitliğini aktaracağız.
Abdullah Meral, 1984 Ölüm Orucunda şehit düşen dört karanfilden biridir.
Alıntılar, o süreci anlatan “Direniş Ölüm ve Yaşam-1” kitabından alınmıştır.
***
“Ne yaptığını, niçin yaptığını bilmek ve bir davaya
inanarak, yanındaki insanlara ve geride kalanlara
güvenerek ölmek ne güzel şey!”
“İpi ilk ben göğüsleyeceğim.”
Apo, son günlerde dilinden hiç düşmeyen “iyidir iyi” sözcüklerine bir de bunları ekledi. Bu onurlu ölümde, ilk olmayı büyük bir coşku ile bekliyor. Yaşamla son bağlarını sürdürürken, hıçkırıklar ve inlemeler soluğuna karışıyor. Ölüme en yakınımız o…
Öğlen sıcağı uyuklamalarla karşılanıyor. Gözler açık-kapalı, yatakta düşünceye dalınıyor. Saatler saatleri kovalıyor. Geçmişle, bugüne ve geleceğe ait çeşitli konularda umut, heyecan ve sevdanın en arısının yaşandığı bir sohbete dalıyorlar.
Yaşamı sevme, insan olma, siyasete ilgi duyma, bildiklerine yeni bir şeyler katma doğal yatağında akıyor. Gün akşama evriliyor. Burada akşam güneşinin kızıllığını maviliklere gömülürken seyretmeye doyum olmaz. Kendisini biraz iyi hissedenler bu gurup güzelliğini kaçırmıyor. Dayıyor sırtını, kemikleri batsa da pencere pervazına, hastanenin bu ayrıcalığından sonuna kadar yararlanıyor. Tecrit yıllarının içinde biriktirdiği özlemlerini böyle gidermeye çalışıyor.
Çoğu kez, bu manzara Karaköy-Kadıköy arasında çalışan vapurların güvertesinde Boğaz’ın havasını soluklarken yudumladıkları çayda aldıkları hazzı anımsatıyor.
Burada sabah ve akşam yelkovan ve akrebe bakılarak öğrenilmez. Burada saat güneştir, doğadaki sevinçtir, coşkudur, sessizlik ve haykırıştır. Güneşin doğuşu, tepeye dikilişi, batışı, kuşların ötüşü ya da sessizliği günün saatlerini belli eder… Şimdi güneş tam karşılarında sulara gömülüyor. Kuşlar sustu, doğadaki hareketlilik yavaşladı. Günün dönümünü yüreklerinde hissediyorlar. Gün çekiIiyor, ağır ağır yerini geceye bırakıyor. Bülbül, serçe cıvıltıları ve de martıların kanat çırpıntılarıyla gün
tekrar doğana kadar gece her şeye egemen oluyor.
Bildik ıssızlık ve sessizliği şimdi sadece ara sıra baykuş sesleri ve Karaköy iskelesi’nde kalkışını haber veren vapur düdükleri bozuyor. Bir de sessizliğin tam ortasında, bütün dikkatlerin odaklaştığı yerde, Apo’nun durmayan, durmak bilmeyen hıçkırık ve inlemeleri duyuluyor. Her nefes alış verişi onu bir adım daha ölüme, direnişin ilk şehidi olmaya yakınlaştırıyor.
Apo dün akşamdan beri böyle. Karşı konulamaz bir hızla koşuyor ölüme. Hıçkırık ve derin derin soluk alıp vermesi, tüm dikkatleri sık sık O’nun üzerine topluyor. Ölümü zaptetmeye çok az zaman
kaldı kalmasına ancak kafalardaki soru hala cevap bulamadı.
Dayı kısık mı kısık, kesildi ha kesilecekmiş gibi bir sesle konuşuyor:
“Gün 64’e dönecek neredeyse. Ölüm nerede kaldı?” Sorusu soruyla cevap buluyor: “Doğrusu, ne zaman gelecek acaba? Adeta üstüne koşuyoruz, sanki o da bizden kaçıyor. Ama yolu yok, yakalayacağız. Hatırlıyor musunuz, IRA’nın Ölüm Orucunda ölümler kaçıncı günde başlamıştı?”
Açlıktan bu yana dördüncü mide kanamasının taşıdığı acıyla cevap veriyor:
“Hatırladığım kadarıyla 45. günde. Bobby Sands ise 66. günde”
İlk yakalandığı günden ve şubedeki işkencelerden anı olarak kalan kesilmemesi mucize bir ayak ve omuzda beylik bir Smith Wesson kurşunuyla, direnişteyken, hem de 63. günde günlük yaşama yardımcı olacak gücü bulmak, yeni bir mucize olsa gerek!
Ama bu mucizeye o da şaşıyor:
“Şaşırmamak elde değil. Biz bu kadar yaşayabileceğimize inanıyor muyduk? Ben bu kadar sürede ölümlerin çoktan başlayacağını düşünüyordum.”
Sohbet sürüyor, gecenin derinliklerine doğru tırmanıyor. Bir günü bitirirken yeni bir güne yaklaşıyor…
…
Apo’nun derinden derinden soluk alıp verişi giderek hızlanıyor. Sanki bir doruğa tırmanıyor. Derin bir soluk alıp, derin bir veriş… Alış, veriş… Veriş, alış…
Bir daha, bir daha… Ve sessizlik.
Düzensiz çalışan bir motorun birden susması gibi, uyuyanı uyandıran, konuşanı susturan, düşüncenin dikkatini dağıtan bir susuş…
Neden bu sessizlik, sessizliği saniyeler önce bozan hıçkırıklar nerede? Sessizliği bozan o hıçkırıkların bir daha duyulmayacağını haykıran ve acısını gizlemeyen bir ses:
“Yoldaşlar, Apo şehit oldu!”
Saat 23.40. Açlık takviminde 63. gün.
………….
Durdu zaman, sanki sustu dünya. Çıt yok. Yaşam bu onurlu ölüme selam duruyor. Tarih kaydetti bunu sayfalarına…
Böyle ölüm az bulunur, al sakla bunu…
Böyle onurla bezenmiş bir ölüm az yaşanır, al sakla…
Al tarih, bu ölüm sana… Al sayfalarına, onurun nasıl yaşatılacağını göster insanlığa.
Zulmün kalelerine dikilmiş kıpkızıl, dalga dalga bir bayrak gibi sun onu yaşamı geleceğe taşıyanlara.
Haksızlıklara karşı başkaldırının ve sarsılmaz inancın bir örneği olarak, adalet arayanların, özgürlüğe susayanların bayrağı olsun.
Bedrettin’ler gibi kardeşlik ormanı için kendi idam fermanına mührü basanlar, Spartaküs’ler gibi çarmıhlarda kölelik zincirlerini parçalamak için ölüme koşanlar az bulunur. İnsanlık onuru ve siyasi kimlik için.