KAPİTALİZMİN TANRI SEVİYESİNE ÇIKARDIĞI KÖLELEŞTİRME ARAÇLARI: PARA-ÖZEL MÜLKİYET VE BEN KÜLTÜRÜ
Feodal devrimin öncüleri gibi burjuva devrimin öncüleri de ancak ezilen sınıfları saflarında toplayarak kendi egemenliğini kurabilirdi. Bu nedenle en başta toprak kölelerinin ve işçilerin özlemlerine hitap etmek zorundaydı.
Bu nedenle burjuvazi de egemenliği ele geçirmek için, yine ezilen sınıfların en yakıcı özlemleri olan eşitklik-adalet ve özgürlük adına yola çıkacaktı. Feodallerin ideolojik etkisini kırmak, tek tanrılı dinlerin en azından saçma yalanlarnı ve dogmalarını hedeflemesi kaçınılmazdı. Bilimin ve aydınlanmanın gelişimi de bu konuda onun için çok önemli bir zemin sunuyordu. Zira aydınların ve bilim adamlarının yeni keşifleri dini dogmaların ve hurafelerin yanlışlıklarını bir bir ortaya seriyordu.
Feodalizm bunlara karşı korkunç bir saldırganlıkla direnmeye çalıştı. Sadece Avrupa’ da yeni bir sisteme geçiş döneminin bütün çürümüşlüğünün ve saldırganlığının simgesi haline gelen engizisyon döneminde 60 bini aydın ve bilim adamı olmak üzere sayısız insan katledildi. Dini dogmalar her gün yerle bir oldukça, feodaller çılgıncasına saçmalıkları topluma dayatıyorlardı. Örneğin; 13. Yüzyıl Engizisyon hukukunun yaratıcısı ve Engizisyon Mahkemelerinin kurucusu Papaz Gregory’ nin “Kediler şeytandır bütün kedileri öldürün” diye fetva verdiği ve bu fetva nedeniyle bütün kedilerin öldürülmesi sonucu dehşet verici veba salgınına neden olduğu söylenmektedir. Öyle ki bu salgında, dünyada 100 ile 125 milyon arasında insanın öldüğü bilinmektedir. Bir kabus gibi tüm dünyanın üzerine çöken bu salgında feodal gericileri durduramıyor, bunları takip eden sayısız yeni akıl dışı hurafeler uyduruluyordu. Bunlardan biri de, veba zehirinin Yahudi büyüsü ile yayıldığı uydurmasıydı. Ve bu uydurma, 50 bin Yahudinin katledilmesi gibi trajedik sonuçlar yaratmıştı.
Aynı süreç, Osmanlı İmparatırluğunda da farklı sonuçlar yaratmadı. 16. yüzyılda şeriat hukukunun temsilcisi ve Alevi soykırımının fetvacısı Ebu Suud Efendi’nin ağzından katliam fetvaları dışında bir söz çıkmaz olmuştu. Yunus Emre şiirlerini okuyanların dahi katledilmesi gerektiğini söyleyebiliyor, kahve içmeyi yasaklayabiliyordu…
İşte bu şartlarda burjuva aydınları ve bilim adamları, yaşamları pahasına yeni bir devrimin yolunu açmaya başladılar. Engizisyon vahşeti altında aydınlanma çağının simgesi haline gelen Rönesans ve Reform hareketleri başladı. İdamlar, yakılmalar ve korkunç işkencelere göğüs gereren bu bilim adamlarının en ünlülerinden biri Bruno idi. Kopernik’in Güneş Sistemi keşfini ülke ülke dolanarak anlatan Bruno, bunun bedelini Engizisyon mahkemesince yakılarak ödeyecekti.
“Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım.’’ diye engizisyon mahkemelerine boyun eğmeyen Bruno, kiliseyi öylesine korkutmuştu ki; 1600 yılında yakılarak idam edilmeye götürülürken konuşamasın diye yüzüne demir maske geçirilmişti. İlginçtir ki; Bruno aynı zamanda bir rahipti.
Tıpkı köleci sistemde İbrahim Peygamber gibi, Feodal sistemde de, köleleştirilen toprak serflerinin ve marabaların çalınan akıllarını veya yok edilen insanlıklarını yeniden kazanmalarının yollarını açtıkları için bu aydınlar ve bilim adamları böylesine acımasız vahşetlerle yüzyüze kalıyorlardı… Bu, bütün dünya da böyleydi. Abbasilerin vahşice katlettiği Hallac-ı Mansur, Memlük Devletince Halepte derisi yüzüklerek katledilmiş Nesimi, Anadolu’ da kolları ve bacakları çıkrıklara bağlanarak parçalanmak sıretiyle katledilen Börklüce Mustafa gibi daha nice vahşi cinayetlere tanık olmuş bir süreçtir bu.
Bir yandan da cahilleştirme ve yozlaştırmanın vahşetle at başı gittiği bir süreç yaşanmaktadır. Örneğin Cennetten arsa satın almak için her gün kiliselerin önlerinde kuyruklar oluşmaktadır.
Ama bilim ve gerçekler, ne sultan takıyordu ne kral. Ne ordular takıyordu, ne engizisyon vahşetini. Ne Ebu Suud Efendi takıyordu ne Şahane Yüzyılların sembolü denen Kanunileri… Ne dogma takıyordu ne hurafe… Her geçen gün yerle bir ediyordu köhnemiş düşünce sistemini. Diğer yandan bir yerlerde Thomas Munzerler çıkıyor, bir yerlerde Karmatiler, Babailer, Şeyh Bedreddinler, Pir Sultanlar, Kalender Çelebiler çıkıyor ve sistemi temellerinden sarsmaya başlıyordu…
Bütün bu isyan duygularını denetimi altına alarak önderliği ele geçiren yeni sömürücü sınıf işte tam da böyle bir noktada EŞİTLİK-ADALET-ÖZGÜRLÜK özlemlerinin temsilcisi olarak gösteriyordu kendisini. Ezilen ve sömürülen halklar, belki bu sefer diyerek onların arkasında saf tutuyordu bölük bölük. Ve bu süreç o güne kadar tarihin gördüğü en radikal devrimlerden Fransız devrimi gibi sayısız devrimin gelişmesine yol açtı. Ve bu Fransız devriminde, sayısız kilise yerle bir edildi. Sayısız rahip giyotinlere gönderildi.
Tıpkı Musa Peygamberin karşı karşıya kaldığı, ruhuna kölelik işlemiş köleler gerçeği burjuva devrimcilerinin de karşısına dikiliyordu diğer taraftan. Sayısız toprak kölesi, “Sizden özgürlük, toprak isteyen mi var? Efendilerimizin haklarına, topraklarına el koymaktan vaz geçin” diyerek devrime karşı çıkıyor, hatta devrimcilere karşı savaşıyorlardı. Kölelerin bu destekleri sayesinde, feodaller defalarca yeniden ve yeniden siyasal egemenliği ele geçirdiler. Bu yüzden burjuvalar, her ülkede yıllar süren devrimler ve karşı devrimler zincirlemesinden sonra tam bir egemenlik kurabildiler. En radikal devrim olan Fransız devrimi bile 1779’ dan 1850 ye kadar bu git gelleri yaşamak zorunda kaldı.
Ama bir kez daha tarih hükmünü sürdürüyordu. Burjuva devrimlerinin hemen ardından yine sömürücü ve zalim gerçeği gözler önüne serilmişti. Tıpkı feodal devrimde olduğu gibi egemen olan burjuvazi de bütün bu vaadlerini birden bire unutuverdi. Özgürlük de eşitlik de adalet de sadece burjuvazi için vardı artık. Onların çıkarları ekseninde yeniden şekillendiriliyor ve beyinlere şırınga ediliyordu.
Eşlitlik-adalet ve özgürlük bekleyen işçiler fabrikalarda 16 saat çalışmak zorunda bırakılıyordu. Makina başlarından sadece yatmak için fabrikalardaki ranzalarına çıkıyor, uyanır uyanmaz da makina başına geçiyorlardı. Eşlerşini-çocuklarını görmek bile nerdeyse imkansızdı. Köylüler karınlarını bile doyuramadıkları topraklarını terkederek akın akın şehirlere göçüyor ve işçi kardeşleriyle aynı kaderi paylaşıyorlardı. Kadınlar sadece ve sadece burjuvaların işçi açıklarını giderecek kadar özgürdü. Bir de üstelik her şeyi pazara süren burjuvaların kar uğruna cinsellikleri pazara sürülerek aşağılanıyorlardı.
Eşitlik artık hukuk önünde eşitlik sahtekarlığına dönüştürülüyordu. Ücretli kölelere “Yüce Adaletinize Güveniyorum Efendim” diyerek burjuva mahkemelerinin kararlarını tartışma üstü görmek düşüyordu sadece.
Ve sistem insanlığın karşısına adeta yepyeni tanrılar çıkarmıştı: PARA, ÖZEL MÜLKİYET VE BEN KÜLTÜRÜ; BENCİLLİK!
Bütün insanlar bunlar için çalışıyorlardı. Bütün amaçları ufukları daha çok para kazanmak ve daha çok mülk edinmekle sınırlıydı. Ve doğal olarak en çok para ve özel mülk sahibi olan burjuvalar, toplumsal statünün en üst kademesini işgal ediyorlardı tartışmasız. Önemli olan ne kültür, ne bilgelik,ne ahlak, ne değerler sahibi olmaktı. Her şey daha çok ve daha çok para ve mülk sahibi olmaya bağlıydı.
İşçiler ve köylülere gelince, karınlarını doyuracak ve başlarını sokacak kadar bir para ve mülk sahibi olmak için burjuva efendileri ne derse yapmak, ne kadar isterlerse o kadar çalışmak zorundaydı. Bunlar, çalışarak ürettiği her şeyi gaspeden patronlarını ekmeklerinin karşılığını veren kadirşinas efendiler olarak görmeye başlıyor, karşılarında el pençe divan duruyorlardı.
Ancak sömürücüler bir gün neden diye soracaklarının da farkındaydı işçilerin ve bütün halkın. Yoksulluk ve zulüm neden hep bize düşer diyeceklerini biliyorlardı. Ve o gün geldiğinde, örneğin 1838’ lerde işçiler yeter artık diyerek ayaklanmaya geçtiklerinde, efendiler, yakıp yıktıkları kiliseler ve rahipler dahil bütün gerici, köleleştirici kurum ve düşünce sistemlerini geri çağırmaktan da çekinmemişlerdi.
Ama en önemlisi birey özgürlüğü diye bir özgürlük anlayışı ortaya atarak, hem özgürlük isteklerini pasifize etmeyi hem de ikinci bir tanrı daha yaratmayı başarmışlardı. Bu tanrı burjuvazinin değil halkın tanrısı olarak arzı endam etmişti.
Tüm dünya insanlığının aklı en çok bu BİREY ÖZGÜRLÜĞÜ yalanıyla çalınıyor ve bir kez daha akılsızlık egemen hale getiriliyordu. İki kişilik çete karşısına çıktığında bile elindekini ve avucundakini alacağının, bir tokaltlık hükmü olduğunun farkında olan yeni köleler, gerçekten akıl almaz şekilde bu yalana efsunlanmışçasına tapar hale getiriliyordu. Ne kadar traji-komik bir düşünce sistemine mahkum edildiğinin farkına bile varmadan ömürünü birey özgürlüğü adına kölelik hakkını savunarak tamamlıyordu milyarlarca insan.
Dolayısıyla feodal ideolojiye saldırarak, eşitlik-özgürlük-adalet adına egemenlik kuran burjuvazi, para ve özel mülkiyet tanrılarının yanına, bir de bencillik ve birey özgürlüğü tanrısını koyunca, üreten ve yaratan işçilerin ve emekçilerin aklını nerdeyse tam kontrol altına almış bulunuyordu.
Bu aklı ele geçirilen insanların, paranın olmadığı bir hayat olacağı ufkunun sınırları içine bile giremiyordu. Kim ne derse desin “Ama parasız hiç bir şey olmuyor!” nakaratını tekrarlayıp duran birer papağan gibiydiler adeta…
Ve bu ne kadar zavallı olduğunu bir an bile düşünemez hale gelen bireylere, tepeden tırnağa örgütlü hale gelen egemen burjuvaların örgütlerine kölece boyun eğmekten başka bir yol kalmıyordu. Bu ben ben diye, benim doğrum diye, ben özgürüm kimseye biat etmem diye ve “EN” leri kendinden başka hiç kimseye yakıştırmayan yeni tanrılar, birer köle tanrı olduklarının farkına bile varamaz hale geliyorlardı. Ve onları BEN tanrısı inancından sıyırıp almak; örgütlü ve gerçekten özgür bir insan haline getirmek o kadar zordur ki, bu sisteme karşı tavır alan bir devrimci haline geldiğinde bile bu zorlu ve zahnetli uzun yıları alacak bir çabayı gerektiriyordu… Bunun için devrimcilerin özeleştiri silahına sımsıkı sarılmaktan başka alternatifleri yoktu ve olamazdı.
Düzen içinde değil özeleştiri gibi kabullenmesi zor bir değeri kazanmaları, eleştiri değerini bile kazanmaları mümkün değildi. Orada özeleştiri gibi bir şeyin adı bile yoktu. Hiç bir tanrı zaten hata yaptığını kabullenmezdi. O her şeyi bilir, herkesten en üstündür. En mükemmeldir. En akıllıdır… Böyle biri özeleştiri diye bir şeyle ilgilenir mi? Bırakalım özeleştiriyi onlarda eleştiri anlayışı bile yoktur. Onun eleştiri yerine yaptığı tek şey, sürekli ve sürekli başkalarında kötü yönler aramak ve kötülemektir. Bu bile onun kendini yüceltemsi için bir yöntemdir. Çünkü, kendi dışındaki herkes ne kadar kötü olursa içindeki BEN TANRISI da o kadar yücelmiş olacaktır.
Dolayısıyla bencillik ve ben kültürü, insanın aklının devre dışı bırakılmasında, kendine, toplum yapısına ve dünyaya dair sorular sormasının engellenmesinde temel rol oynar hale gelir. Milyarlarca halk örgütlenme ve birlikten uzaklaştırıldığı anda, hiç hilafsız, örgütlü ve birlikte hareket etme yeteneğine sahip basit bir siyasi örgütlenmenin bile denetimi altına girmekten başka yol bulamaz. Siz, bir de bu pek kıymetli özgür bireyin, karşısında tepeden tırnağa örgütlü bir gücü düşünün… Yüzbinlerce askerden oluşan ve son derece öldürücü silahlarla donatılan bir ordu ve polis gücü düşünün. Hastahaneden iş yerlerine, fabrikalardan okullara, sayısız kitle iletişim araçlarından resmi ve gayri resmi tüm kurumlara varana kadar ne tarafa dönse sömürücü sistemin örgütlü güçleri ile kuşatılmış halde olduğunu düşünün. Sayın özgür bireyin bunlara karşı gelmesi, hak-hukuk demesi aklının ucundan bile geçebilir mi? Bırakalım karşı gelmeyi, herhangi bir burjuva kurumunda, söz gelimi fabrikada patronun veya bir yöneticinin huzuruna çıkıp, bu fabrikanın yönetilmesi konusunda benim de hakkım olmalı demek aklının ucundan geçebilir mi? Bu pek bilgiç özgür bireyler, nedense bunlar söz konusu olduğunda özgürlüklerini hepten unuturlar. Hafızaları silinmişçesine her şeyi unuturlar… Ve kuzu kuzu köleliğie boyun eğmekten de öte, köleleştirici birey özgürlüğünün de en cevval savunucusu kesilirler…
Özellikle, devrimci veya demokratik bir örgüt söz konusu olduğunda birden depreşiveriyor bu damarları ve özgürlük tutkuları… “Ben kimseye biat etmem… Benim doğrum neyse onu uygularım. Ben karar marar takmam. Ben özgür bir bireyim” nakaratlarını sıralamaya başlıyorlar. Bilimsel doğru diye birşey takmıyorlar.. Kendileri ve efendileri dışında başkalarının da söz söyleme ve karar oluşumunda hakkı olduğunu bir türlü kabullenemiyorlar. Kendileri dışında hiç kimseye saygıları olmadığından başkalarının etkin olduğu kararlara da saygı duymuyor ve uygulama zorunluluğu hissetmiyorlar.
Ve o kadar zavallı bilgi fukarssıdırlar ki; iki kelime öğrendilerse onu bile toplumdan öğrendiklerini kabulenmiyorlar. Bilginin-kültürün kendikerine bahşedilmiş tanrısal bir vergi olduğuna inanıyorlar adeta. İnsanlığın milyonlarca yıllık birikiminin üzerne kurulmuş toplumsal kültür kendisine aktarılmamış olsa, Be-Bü demeyi bile yüz binlerce yıl sonra başaran ilkel insanlardan farkı kalmayacağını bir türlü anlamak istemiyorlar. Doğar doğmaz dağ başına bırakılsalar, bir tek kelime bile öğrenemeyecekleri şöyle dursun, üç gün dahi yaşam şansı bulamayacaklarını anlamak istemiyorlar. Çünkü onlar herşeydir…. Çünkü onlar BEN dir. Çünkü onlar BİREY ÖZGÜRLÜĞÜNE SAHİPTİR. Çünkü onlar, sadece paraya ve özel mülkiyet edinmeye efsunlanmıştır. Bunlarsız da bir sistem olabileceğini savunanları, BEN tanrısını bırakıp toplumsallığa inananları, her bireyin 7 milyarlık insan ailesi içinde bir zerre olduğı gerçeğinin bilincinde olanları, ve en nihayet kendilerini köle haline getiren sisteme karşı mücadele içine girenleri akılsız ilan ederken, küçük görürken biraz düşünme zahmetinde bulunmuyor bunları yapmakta bir an bile tereddüt etmiyorlar.
Ve hatta kendilerini ve tüm halkı kölelikten kurtarmaya çalışanlara karşı efendileri burjuvaların verdiği üç kuruşluk maaaş için işkence yapıyor, cellat oluyorlar.
Bu kölelik ruhunun, ahlaki, felsefi, kültürel binlerce versiyonu ile her gün her saat karşı karşıya olduğunuzu farkeder ve devrimcilerin işinin ne kadar zor olduğunu her gün daha çok bilince çıkarırsınız.
Çünkü günümüzün devrimcileri, sadece bir tek sömürü sistemi ile değil, 10 bin yıldır süren kölecilik, feodalite, kapitalizm sistemleri ile bir bütün olarak savaşmak zorundadır. Özel mülkiyet ve kölelik sistemlerini top yekün tasfiye etmek zorundadır. Onları sadece ekonomik sahada değil, kültürel, siyasal, felsefi, ahlaki, ideolojik bütün sahalarda yenmek zorundadır.
Bir devrimci en başta ne zaman bunları kendisi nezdinde yener, gerçek insanlığını ve dolayısıyla aklını esaretten kurtarırsa insanoğlunun yenilmezliğini de fark ederek adeta yenilmezlik iksirini içtiğini anlayacaktır. Üzerine milyonlarca ordu da sevkedilse o yenilmezdir. Onu sadece imha edebilirler, öldürebilirler, işkencelerden geçirebilirler ama asla yenemezler. Ona ne F16’lar, ne atom füzeleri kar etmez artık. Toprağa düştüğünde bile etkisi bin yıllara yayılan baş edilemez bir örgütçü, bir propagandacı haline gelir… İkna gücü, yaşayanlardan binlerce kat daha güçlü hale gelmiş bir halk kahramanı olur.
“BU Kavga En Sonuncu Kavgamızdır Artık” der ya enternasyonal marşı… Gerçekten de bu kavga, insanlığımızı, aklımızı çalan, bizleri sömüren, zulmeden, işlekence ve katliamlardan geçiren sömürücülerin ellerinden aklımızı ve insanlığımızı; özgürlüğümüzü ve eşitliğimizi, söküp alacağımız son kavgadır…
Bu nedenle bu sürecin devrimcileri, bütün tarih boyunca sömürücü ve zalimlerden kanla, alın teriyle, inanılmaz fedakarlıklarla atalarımızın koparıp aldığı ve bu uğurda sayısız kutsal şehitlerimizin bizlere emanet ettiği haklarımıza dört elle sarılan, onlar için canını ortaya koyarak direnen, ve en nihayet sömürü sistemlerini top yekün tarihin çöplüğüne atacak olan tek güçtür. Onların hedefledikleri sosyalist düzen, tüm dünya halklarının tek kurtuluşudur!
Bunu başarmak için, durmaksızın halkı uyandırmak, örgütlemek, aklını ve insanlığını kazanmaya çağırmak ve bu yolda onlara her türlü yardımı yapmak; bu devrimcilerin tarihsel misyonlarının olmazsa olmaz gereğidir.
Bir daha ki yazımızda, sömürü sistemlerinin son kalesi emperyalizmin, çürümüşlüğü, gelmiş geçmiş en insanlık dışı zalimliği üzerinde duracak ve onun karşısında kendimizi savunmak, insanlığımızı, özgürlüğümüzü ve adaleti kazanmak için görevlerimizi tartışacağız.
En son kavgamızın neferlerine içten sevgilerimizle…
ONLAR İNSANLIĞIN EN HASI VE EN ONURLUSUDUR!