Bu çığlığı duymamız gerektiği konusunda netim. Eğer bu bir çelişki olarak görülecekse de “yaşam ve yaşatma kaygısı” karşısında bu şekilde nitelenmekten zerre kaygı duymuyorum
BASINDAN
Seyit Sönmez
yayınlandığı yer: @t24.com.tr, 18 Mayıs 2020
15 Mayıs 1718, Londralı Avukat James Puckle’nin makineli tüfeği icat ettiği gün.
Deniz savaşlarının yoğunlukta olduğu zamanlar. O zamanın teknolojisinin üzerinde bir silah icat eden Avukat James Puckle, bu silah ile Türklere Hristiyan medeniyetinin üstünlüğü kanıtlamanın peşindeydi.
Avukat Ebru Timtik ise Avukat James Puckle’nin “başka halkları öldürmek amaçlı” silahı icat etmesinden 200 yıl sonra ülkesinin halklarının “adalet özlemi” için kendi canını silah olarak kullanmaya karar vermişti.
Dünyanın en zararsız silahı, kendisini kullanandan başkasına zarar vermeyen bir silah: “Açlık”
Dün, yani 15 Mayıs’ta Bedenini “adalet” savaşında açlığa yatıran avukat Ebru Timtik’i Silivri Toplama Kampı’nda ziyaret ettim.
1996 ölüm oruçlarını anımsıyorum çocuk aklımla. Sunucu sanırım Gülgün Feyman’dı. Görüntülerden tek anlayabildiğim; zayıf, yüzü çökmüş, kanı çekilmiş sedyede zafer işareti yapan o insanların iyi insanlar olma ihtimalinin yüksek olduğuydu.
Dün Ebru’nun yağ azalması nedeniyle kurumaya başlamış elleri ile karşılaştığımda o insanlar ve o günler geldi aklıma birden.
2000’lerde ölüm oruçları sürerken üniversiteydim. En duygusal halimle şahit oluyordum devlet şiddetine. Hapishanelerde yapılan katliamlar nedeniyle devlet görevlilerinin sözde yargılandığı (aklama duruşmaları) davalar bugün hâlâ sessiz sedasız devam ediyor.
2020’lerde ardımda bıraktığım kırk yılın birikimiyle yeniden şahit oluyorum ölüm oruçlarına.
Bir kendi aramızda konuştuklarımız, bir de kamusal alanda her türlü toplumsal baskıya rağmen konuştuklarımız ya da bazen konuş(a)madıklarımız var.
Önce Grup Yorum Solisti Helin’in ölümü, ölü bedenin gözlerine yaptığımız şahitliğin tarifsiz korkunçluğu, Mustafa’nın ölümü, İbrahim Gökçek’in ölümü…
Bazı anlarda hissettiğimiz duygular çok farklı olabiliyor tabiata uygun olarak. Helin’in bedenini izlerken, Mustafa’nın sesini dinlerken, Ebru’nun gözlerine bakarken hissettiğim şeyler çok farklı. Aynı şekilde dün Ahmet Altan’ı yan bölmede güçlü duruşuyla görüp selam verdiğim zamanla, “yetmez ama evet” söyleminin revaçta olduğu dönemlerde hissettiklerim de çok farklı.
Bütün bunları yazmamın nedeni; ölüm oruçlarının başladığı süreçte hissettiklerimle, şimdi geldiğim nokta arasında da belirgin farklılıkların olmasıdır.
Dün Ebru ile tüm bu çerçevede en samimi halimizle konuştuk. Helin’in o cansız bedenini görmenin bana ve benim gibilere iyi gelmediğini, böyle bir dönemde devlet şiddetinin, kötülüğünün ifşa edilmesinin bir anlamı olmadığını düşündüğümü, zaten devletin bu “korku” halinde üzerinden kendini yeniden ürettiğini, birilerinin ölümü göze alarak direnmesinin “umuda” dair bir şeyleri içinde barındırmasına rağmen bulunduğumuz şartların bu umudun büyümesine uygun olmadığını, ölümlere alışmaya başladığımızı, acıları tükettiğimizi hissettiğimi paylaştım.
Benim açımdan İşin bir yönünün bu şekilde göründüğünü, ama başka bir yönünün de olduğunu gördüğümü aktardım. Örneğin; İbrahim Gökçek’in ölüm orucuna ara verdiğini duyumasına neden olan temel motivasyonun özellikle HDP – CHP milletvekilleri ile birlikte birçok hak savunucusunun konser izninin takipçisi olmak konusunda kefil olmaları ve sürecin takipçisi olacakları sözünü vermeleri olduğunu paylaştım.
Bunun anlamı şuydu: “Ölüm orucu eylemi” yapan kişi, adalet talebi konusundaki çığlığını duyuracak bir başka kamusal yöntem bulamıyordu. Bu eylem ile öncelikle toplum tarafından sesinin etkili bir şekilde duyulmasını amaçlıyordu.
İşte Helin, İbrahim, Mustafa, Ebru, Aytaç’ın ölüm orucuna başlama nedeni bu çığlığın duyulması ihtiyacıydı. Bu hem bir adalet istemi çığlığıydı, hem de aynı zamanda bu büyük çığlığı duymayan ya da duysa da bu çığlığa yeterince güç katamayan dostlara bir sitem idi.
Kendi adıma bu süreçte geldiğim nokta her ne kadar bu çığlığı duysam da yeterince harekete geçmediğimdir. Ölüm orucu eyleminin etkili olup olmadığı, toplumdaki karşılığının olumlu ya da olumsuz olup olmadığı, kısaca somut durumun somut tahlili ile ilgili görüşlerimi saklı tutuyorum. Ancak bu çığlığı duymamız gerektiği konusunda netim. Eğer bu bir çelişki olarak görülecekse de “yaşam ve yaşatma kaygısı” karşısında bu şekilde nitelenmekten zerre kaygı duymuyorum.
Dün hakkında soruşturma açılan Hakim Orhan Gazi Ertekin’in söylediği gibi bu çelişkileri bir çoğumuz yaşıyoruz: “Ölüm oruçları bir karabasan gibi çöktü üstümüze ve hepimiz bir biçimde başa çıkmaya çalışıyoruz. Yaşam ile ölümün sınırında düşünmeye ve davranmaya davet edildiğimiz böyle bir anda ikircikli davranışlar geliştirmeyecek bir toplum yoktur. Hayatımızın akışını bozan bir sorumluluk çağrısıdır bu çünkü ve hele de böyle bir dönemde üstesinden gelebilmek çok zordur. Huzursuzluk, şaşkınlık, kayıtsızlık, öfke, kin, nefret, hınç..”
Dün Ebru zaman zaman sesi yorgunluktan kısılsa da büyük bir heyecanla kendisini ve yoldaşlarının avukatlık pratiği boyunca Soma’dan işçi eylemlerine, çevre davalarından öğrenci davalarına, işkence davalarından Kürtlere yapılan zulümlere kadar nerede bir yaralı varsa ona dokunmaya çalıştıklarını ve bunun mutlaka bir anlamı olması gerektiğini vurguluyordu. Açık ki; onları bu eyleme zorlayan şey iktidardan ziyade işte dokundukları memleketimizin bu yaralı, kendileri gibi haksızlığa uğramış ötekilerine ses etme duygusuydu.
Bu noktada birkaç gün önce Google tarafından 2016’da bir fotoğraf hatırlatması yapılarak ÇHD üyeleriyle birlikte Maraş’ta Alevi Köyleri ve meralarına yapılan devasa mülteci kampına karşı çıkan köylüler için desteğe gittiğimizde çektiğimiz resmini yolladığını söyledim. Her ayrıntıyı hatırladı duygusallaştı.
Aynı davadan (kumpas demek daha doğru) onlarca yıl ceza alan Selçuk ile de ( Kozaağaçlı) görüştüm.
Ölüm orucu ile ilgili eleştirileri onunla da paylaştım. Aldığım cevap bu yazıyı yazmak konusunda beni daha da cesaretlendirdi. Selçuk abiden o cevabı almasaydım bu yazıyı yukarıda anlattığım çelişkilerin ağırlığından dolayı kesinlikle yazamazdım.
Selçuk abi şöyle dedi: “Rahat olun dostlar, 2000’lerde 122 bedeni bizzat gömdük, kimi zaman bir insan parçasını ailesine teslim etmenin acısını yaşadık, o nedenle ustalaştık dostça yapılan eleştiriler ile düşmanca yapılan saldırıları ayırmakta.”
Ebru 140’lı günleri geçti, Aytaç 110’lu günlerde. Biz iyi insanlara düşen görev meseleye çok basit bakarak iyi insanların ölmesini istemiyorsak, bu şekildeki her ölümün toplumumuza- kollektif hafızamıza ve kendimize vereceği devasa zararı düşünerek birşeyler yapmaya çalışmak.
Açıkcası birçok kişi açısından bir şeyden kasıt çok basit, tek tık ile bu meseleyi paylaşmak, haksızlığa destek olmadığımızı, karşı durduğumuzu söylemek. Hele bu meseleyi sahiplenenler Meltem Cumbul, Gökhan Özoğuz, Haluk Levent gibi toplumda bir karşılığı olan kişiler ise gerçekten meseleye bir katkısı oluyor.