Tarihin Işığında..
Dimitrov’dan Bir Anı
KATLİAMDAN AYAKLANMAYA…

2 Temmuz 1949, Bulgaristan devrimi önderi Georgi Dimitrov’u ölümsüzlüğe uğurladığımız gündür.
Dünya devrimci hareketine büyük katkılarda bulunmuş bu devrim önderini hayatından bir kesiti hatırlatarak anıyoruz.
Aktardığımız kısa anı, dünya halklarının katliamlarla, baskınlarla susturulamayacağının da bir özeti gibi.


Teğmen Saliev son tutuklananları sabahın üçünde alıp götürdü.. Üçpınar polis karakolları öyle doluydu ki, yeni tutuklanacak işçiler, zanaatçıları ve öğrencileri koymak için yer kalmamıştı.
(…) Küçük grup saat üç buçuğa doğru sevimsiz karakol yapısına vardı. Teğmen zile bastı ve sabırsızlıkla bekledi. Ağır demir kapı, yavaş yavaş açıldı, başgardiyan göründü. Teğmeni ve getirdiği insanları görünce: “Ne getirdin bunları?” diye homurdandı. “Burada hiç yer kalmadığını söylemedim miydi sana? Nereye koyayım ben onları?”
Teğmen de homurdandı ve karakol komutanını bulmak için çabuk çabuk içeri girdi.
(…) Karakol komutanı, uykulu gözlerini ovuşturdu. Güçlükle farketti karşısında bir teğmenin durduğunu ama, neler söylediğini bir türlü kavramamıştı.
Teğmen Saliev: “Az sonra gün ışıyacak!” diye sürdürdü konuşmasını. “Emirde gündüzleri tutuklama yapılmaması yazılı. Kamuoyu açısından!”
Karakol komutanı: “Kamuoyu açısındanmış!” diye burnundan soludu. “Saçma şeyler!”
(…) Karakol komutanı sustu, sonra gülümsedi. Kimbilir neden?
“Ne yani? Karakolda yan gelip bizim somunları zıkkımlansınlar diye mi tutukluyoruz bunları?”
Teğmen, gözlerini kırpıştırdı, ne çıkacak bu lafın altından, diye.
Karakol komutanı: “Böyle bir niyetimiz hiç yok!” diye konuşmasını sürdürdü. “Evet, evet… Okula götür onları sen! Sonrasını düşünürüz… Gün doğmadan, çabuk davran!”
Teğmen, kapıya yöneldi, fakat daha bir adım atmadan, komutan onu alıkoydu:
“On yedi kişiler, demiştin, değil mi?”
“On yedi kişiler, komutanım.”

GECE VE SİS!
“Bence onları okula götürmen gerekli değil.”
Komutan susmuştu. Teğmen merakla baktı yüzüne.
“Aşağıda boş bir kamyon var. Yükle hepsini o kamyona!” Teğmen: “İki gece öncesi gibi mi?” diye sordu.
“Tastamam öyle!”
“Araştırmasız ve soruşturmasız mı?”
“Teğmen Saliev, sorular neye yarar ki! Sinirleri yıpratmaktan başka. Hiç vaktimiz yok. Bir saat sonra güneş doğar.”
Teğmen kapıyı açıp dışarı çıktı çabuk çabuk. Şu adamlardan bir kurtulsaydı. Elden geldiğince çabuk kurtulmalıydı onlardan.
Kamyon, birkaç dakika sonra garajdan homurtularla çıkıp karakolun önünde durdu. Tutuklular bekliyordu.
Teğmen: “Binin kamyona!” emrini verdi. “Sizleri liseye götürüyoruz! Emir gereği!..”
Tutuklular, küçük tahta merdiveni ağır ağır tırmanıp kamyona bindiler. Teğmen iteledi çabuk olsun diye. Nöbetçiler bir bir saydılar. On yedi tutuklunun hepsi ve nöbetçiler bindikten sonra, teğmen Saliev şoförün yanına oturup, İskar geçidine çekmesini söyledi ve: “Geçen gece gitmiş olduğumuz yere!.. Biliyorsun…” diye ekledi. Şoför başını salladı.
Kamyon hızla yol alıyordu. Gün ışıyordu yavaş yavaş. Ağaçlar iyice belli olmaya başlamıştı. Bir yerlerde duman yükseliyordu bacalardan. Köpekler havlıyordu.
Az sonra güneş çıkıverecekti. Tüfeklerini sımsıkı tutan nöbetçiler kurbanlarını süzüyorlardı uykulu gözlerle. Tutukluların başları öne düşmüştü.
Teğmen: “Daha çabuk sür!” diye bağırdı.
Saat beş olmuştu. Kamyon, ağaçlar arasında gizlenmiş bir boğazda durdu. Solda koca koca kayalar yükseliyordu. Sağda İskar nehri taşlık yatağında akmaktaydı şarıltılarla. Teğmen, kamyondan atlayıverdi ve nöbetçileri yanma çağırıp gerekli buyrukları verdi. Çabuk çabuk konuşurken yüz adaleleri geriliyordu. Kamyondakiler, kendilerini nasıl bir sonucun beklediğini anlamıştılar. Ayağa kalktılar ve hep bir ağızdan: “Neden buraya getirdiniz bizi?” diye sordular.
Kayaların sivri uçlarında güneşin ilk ışınları titreşiyordu. Uzaklardan sürülerin çıngırak sesleri ve köpek havlamaları duyuluyordu. Çevre köyleri yavaş yavaş uyanıyordu. Binbir iş ve tasayla dolu sıradan bir yaz günü başlamaktaydı.
Teğmen Saliev, en son buyruklarını verdi:
“İlk öncekiler şu akkayınların arkasında!
İkinci parti kayalığın altında! Üçüncü bölümü kıyıda! Hafif makineliyle! Sonra bir çukura gömeriz hepsini..”

ÖLÜME BİR ADIM KALA ENTERNASYONAL!
Nöbetçiler tutukluları kamyondan indirdiler. Bölüm bölüm ayırmak için.
Tutuklular birbirlerine iyice sokuldular. Yerlerinden kımıldanmaya niyetli görünmüyordular. Askerler, birbirlerinden ayırmaya uğraştılar, ama başaramadılar. Sonra, Enternasyonal’i okuyan bir ses yükseldi. Ötekiler de katıldılar. Ölüme son bir meydan okuyuş gibi.
Teğmen: “Ateş!” diye bağırdı kısık sesiyle, “Ne sallanıyorsunuz hâlâ?”
Tabancasını çekip ilk kurşunu sıktı. Enternasyonal okumaya başlamış olan tutukluya.
Nöbetçiler, teğmen örneğine uydular. Aynı anda patladı tüfekler. Boğuk iniltilerle: “Yaşasın sosyalizm!” sesleri yükseldi.
Teğmen: “Daha çabuk! Daha çabuk!” diye böğürdü.
Enternasyonal’in ezgileri hafifledi ve sonunda büsbütün kesildi. Tüfek seslerinin yankıları biraz sürdü. Sessizlikten korkmuşlar gibi. En son tutuklu kanlar içinde yere yuvarlanıncaya kadar sürdü tüfek sesleri.
Sonra yine sessizlik oldu. Nehrin biteviye çağıltısı duyuluyordu sadece. Güneş kayaların tepelerini aydınlattı. Gölgeler vadide uzayıverdi çabucak. Gün başlamıştı.

ZULME KARŞI BİRLEŞİK CEPHE
Askerler çabuk çabuk kazdıkları çukura ölüleri atıverdiler, cinayetlerinin izlerini yok etmek istercesine. Sonra kamyona binip Sofya’ya döndüler.
Yeni yeni tutuklamalar ve cinayetler birbirini izledi.
O sırada Enternasyonal genel sekreteri olan Vasil Kolarov Bulgaristan’a döndü ve parti yönetimini harekete geçirdi yön değiştirsinler diye. Merkez Komitesi üyeleri yeni politikayı 1923 Ağustosunda tespit etmişti. Çiftçi Birliği partisiyle bir anlaşma yapılacak ve sosyal demokratlara da faşizme karşı mücadele için birleşik cephe önerilecekti.
Georgi Dimitrov, ‘Rabotniçeski Vestnik’ gazetesinde şunları yazmıştı:
“Emekçi yığınlarının ve bütün yaratıcı aydınların zor durumlarda olduğu ve tehlikelerle karşı karşıya bulunduğu böyle bir anda partilerin ortaklaşa mücadele için birbirlerine el uzatmadığını ve gündelikler, çalışma süresi, ekmek, toprak, konutsuzluk, vergiler gibi elle tutulur ortak sorunlarda faşizmle savaşabilecek ortak bir cephede, anlaşmadıklarını kim inkâr edebilir?”

Yazı şöyle sürüyordu:
“Birleşik cephe demek, uygulamada parti ilkelerinden bir sapma, ya da partinin ana çizgilerini değiştirmek anlamına gelmez. Bu elle tutulur antikapitalist bir platformda emekçi yığınların korunması ve bu düzeyin gerçekleştirilmesi için ortaklaşa bir mücadelede birleşmektir sadece.”
Sonra şöyle uyarıyordu:
“Emekçi Bulgar halkının temsilcisi olmak iddiasında olup kişilik, ya da particilik kaygısından ötürü birleşik cepheye karşı çıkarak kapitalistlerle işbirliğini sürdüren partilerin ve parti önderlerinin durumu gerçekten hüzün vericidir. Kendi ölüm hükümlerini elleriyle imzalamış oluyorlar…”

Karşı cephedekiler seslerini yükseltmişlerdi:
“Ülkeyi bilgisiz halk çoğunluğunun, yığınların yönetmesine
izin veremeyiz. Aydın kapitalistler azınlığının oluşturduğu seçkinler ele almalıdır yönetimi!.”
Gerici çevreler sözüm ona bir komünizm tehlikesiyle korkutuyorlar ve Bulgar Komünist Partisi’yle öteki partilerin arasını açmak için dolaplar çeviriyorlardı:
“Komünistlerin birleşik cephe önerisi, iyi taktikçilerin ustaca bir manevrasıdır. Sosyal demokratları şaşırtıp sıralarında kargaşalığa yol açmak istiyorlar.”
Şöyle görüşler de öne sürülüyordu:
“Bulgar Komünist Partisi programından uzaklaşıyor. Sıraları parçalanıyor. Kendi postlarını kurtarmaya bakıyorlar.”
Tuhaf bir sevince kapılanlar da vardı:
“Bulgar Komünist Partisi’nin moral yönü çökmektedir.”

HERŞEY İÇİN… BİRLEŞİK CEPHE GEREKLİ!
Dimitrov bütün bunlara cevap verdi:
“Emeğin birleşik cephesinden vazgeçilemez. Ekmeği, hayatı, hakları, özgürlükleri ve emekçi halkın yığınları, yaratıcı bütün aydınları ve kapitalist olmayan herkesi kapitalist azınlığın sömürüsünden, soygunundan ve baskısından korumak için birleşik cephe gereklidir. Faşistlerin tasarladığı askeri diktatörlüğü engellemek ve emekçilerin yönetimini sağlamak için de. Yeni yeni savaş serüvenlerinden ve tehlikelerden uzak kalabilmek, politikada özgürlüğü, milletçe bağımsızlığımızı ve barışı olduğu kadar komşu halklarla kardeşçe ilişkileri güvene almak için de. Birleşik cephe, toplum düzeninin halkın ve ülkenin kapitalist boyunduruğundan yüzde yüz kurtarılabilmesi için de vazgeçilmez bir yoldur.”

Korku ve öfkeye kapılan kapitalistler şöyle bağırıyordu: “Hemen bugün, hemen şimdi, şu anda Bulgaristan’da komünizmin kökü kazınmalıdır… Şu çok uygun anlar elden kaçarsa, bir daha düzeltilemeyecek büyük bir yanlış yapılmış olur. Belki büyük kurbanlarla ödenecek bir yanlış. Bu caniler çetesi henüz yeterince cezalandırılmadı. Akla yatkın tek tedbir, kökten yoketmek onları…”

Bu yoğun yalan dolan saldırısı parlamentodaki milletvekillerine de yöneltiliyordu. Hükümetten yana olanlar, gizlemeye çalıştıkları bir ikiyüzlülükle şu kanıtı ileri sürüyorlardı:
“Komünistlerin parlamentoya alınmamasını istiyorsak, hiçbir
zaman kendimize yakıştıramayacağımız bir kinden ötürü değil, devletin ve Bulgar toplumunun yüksek çıkarlarını düşündüğümüz içindir.”

BASKINLAR, YASAKLAMALAR!
Onların “yüksek toplum ve devlet çıkarları” anlayışı ise, halkı ezmek, bütün zenginlikleri toplamak ve bolluk içinde yüzmekti.
Gerici cephe niyetlerini gerçekleştirdi. Bulgar Komünist Partisi’nin ve Sendikalar Birliği’nin bütün lokallerini bastı, kendinden yana olmayan bütün gazete ve basımevlerine el koydu, Sofya ve taşrada iki bini aşkın Bulgar Komünist Partisi yöneticisini tutukladı, bütün toplantıları yasakladı ve sıkıyönetim ilan etti.

DİMİTROV’UN BAŞINA ÖDÜL!
Georgi Dimitrov yeraltı çalışmalarına geçti. Hükümet, Dimitrov’un başını getirene yüzbin Leva ödemeye söz verdi.
Eylül 1923. Havalar yumuşak ve güneşliydi. Sofya sokaklarında ilk sararmış yapraklar uçuşuyordu. Pazar yerlerinde kebap mısırlar, olgun armutlar, elmalar ve üzümler satılmaktaydı.
O akşam Baço-Kiroc Caddesi pek hareketliydi. İnsanlar oraya buraya yürüyorlardı. Boş el arabaları tangır tungur sesler çıkarıyordu. Kaldırımlara çömelmiş işsizler vakit öldürüyordu. İşsizlerin arasına sokulmuş gizli ajanlar konuşulanlara kulak kabartıyor, gelip geçenleri gözden geçiriyor ve nereye gidiyor diye arkalarına takılıyor, ellerinde neler var diye öğrenmeye çalışıyorlardı.

SARI BOYALI EVDE BİR EĞLENCE!
Sarı boyalı yüksek bir yapıya bitişik küçük ve özel bir kimya laboratuvarı vardı. Parti Merkez Komitesi o laboratuvarda bir toplantı yapacaktı. Polisin kuşkulanmaması için, ev sahibi bayan Nastja İsakova, ikinci katta bir ‘suare’ düzenlemişti. Gençlerin çağrılı olduğu eğlenti gecesinde oğlu, piyanoda valsler ve polkalar çalıyordu. Genç yorulunca da gramofona plak koyuyorlardı.
Alt katta ise merkez komitesi toplanmıştı. Todor Lukonav, Todor Petrov, Nikola Penev ve Anton İvanov gelmişlerdi. Georgi Dimitrov ve Vasil Kolarov henüz görünmemişti.
Nastja arada bir pencereye gidip perdeyi aralıyor ve dışarıya bakıyordu. Tam karşıda önemli bir polis ajanın dikildiğini görünce tedirginliği artmıştı.
Hava kararmaya başlamıştı. Sokakta elektrik lambası yanmıştı. Nastja, pencereden çekildi ve gençlerin yanına gitti, ne âlemdeler diye bakmak için.
Tam bu sırada kapı yumruklandı. Polis miydi acaba!
Nastja, korkuyla çevresine bakındı ve merdivenleri çabuk çabuk indi. Kapı daha sert yumruklanmaktaydı:
“Kimse yok mu evde?”
Nastja, kapıya sokuldu usulca.
Dışardaki ses: “Açsanıza kapıyı!” diye tekrarladı.
Nastja, gülümsedi; rahatlamıştı. Sesi tanımıştı. Anahtarı çevirdi ve soluğunu tutup tokmağı bastırdı. Eşikte iki subay duruyordu. Kadın geriledi. Fakat subaylardan biri -daha büyükçe görünen ve sakallı olanı- yatıştırdı: “Korkma, Nastja korkma!” diye.
Kapının arkasından az önce duyduğu sesti konuşan. Georgi Dimitrov’un sesiydi.
Kadın: “Çabuk girin!” dedi. “Girin hemen! Aşağılık herifler karşıda pusuya yatmış!…”
Dimitrov, gülümseyerek: “Bunun için para alıyorlar” dedi ve kılıcını oraya bıraktı. Kolarov da onun gibi davrandı.
Nastja, kapıyı kilitledi ve yeni gelenleri karanlık bir koridordan geçirip Merkez Komitesi’nin öteki üyelerinin bulunduğu odaya götürdü.

PARTİ TARTIŞIYOR; AYAKLANMA YA DA…
Dimitrov ve Kolarov’un gelmesiyle toplantı canlandı. Temiz bir örtü serili masanın çevresinde hemen yerlerini aldılar ve çalışmalar başladı.
Yukarı kattan yarım yarım piyano ezgileri ve duygulu şarkıların sözleri duyuluyordu. Nastja, perdenin arkasından sokağı gözetlemekteydi. Dışarısı sessizdi ve hava tertemizdi.
Merkez Komitesinin üyeleri o akşam kısa, fakat çok hareketli bir toplantı yaptılar. En önemli sorunda görüş ayrılıkları vardı. Parti silahlı bir ayaklanmaya geçmeli miydi, yoksa bunu yapmamalı mıydı? Bu soru gündeme ikinci defa alınmıştı. Kolarov ve Dimitrov bundan yana konuştular:
“Parti daha başka bir yol tutamaz! Kavgayı kabul etmemiz ve birçok yerde kendiliğinden ayaklanmış halk yığınlarına kesin mücadelede yol göstermeliyiz. Partimiz, faşist diktatörlüğü yıkmak için elden geldiğince çabuk olarak silahlı bir ayaklanmaya geçmelidir. Bunu şimdi yapmazsak, bütün Bulgar milleti önünde büyük bir tarih sorumluluğunu yüklenmiş oluruz. Kaybedilecek hiç vaktimiz yok. Halk vereceğimiz bir işareti bekliyor. Sağlam ve iyi düşünebilen bir önderlik gerekli. Bu önderliğin üstesinden gelmek zorundayız.”

(Yukarıdaki anı, Kamen Kalçev’in “İşçi Sınıfının Evladı Dimitrov” kitabından alınmıştır.)

OYLAMA: AYAKLANMADAN YANA OLANLAR… OLMAYANLAR!
Partinin örgütlenme sekreteri Lukanov böyle bir kararı erken buluyordu. Nikola Penev, kararsızdı.
Kolarov: “Yoldaşlar!” diye söze başladı. “Halkın yarını sözkonusudur. 22 Eylül’de halkı ayaklanmaya çağıralım! Ayaklanmanın amacı özetle şu: Asker faşistlerin 9 Haziran’da bir darbeyle işbaşına geçirdiği Zankov hükümetini, hiçbir hukuk dayanağı olmayan böyle bir yönetimi alaşağı edip bir işçi ve köylü hükümeti kurmak. Partimiz, Çiftçiler Birliği’yle işbirliği yapacaktır. Bu amaçladır ki, Bulgar Komünist Partisi ve Bulgar Çiftçi Birliği partisi arasında devrimci bir askeri komite kurulması ve ayaklanmayı yönetmesi kararlaştırılmıştır.”
Dimitrov: “Ben yoldaş Kolarov’u destekliyorum!” diye onun sözlerinden yana çıktı.
Odaya tütün kokusu sinmiş ve hava ağırlaşmıştı. Herkes susuyordu. Bu soruyu epeydir uzun uzun ve inatla tartışmışlardı.
Kolarov: “Şu halde oylamaya geçelim mi?” diye sordu.
Todor Petrov: “Oylayalım!” diye sesini yükseltti.
Bir sessizlik oldu. Lambanın abajuru çevresinde tütün dumanları toplanmıştı. Yan odadan saatin tik takları duyuluyordu.
Dimitrov: “Yoldaşlar, oylamaya geçelim!” diye sessizliği bozdu.
Todor Lukanov, düşünceli düşünceli baktı pencereden yana. Çelişmeler ve karşıt görüşler arasında bocalamıştı; nasıl davranması gerektiğini kestiremiyordu. Ama, yine de demokrasi kurallarına göre davranılması gerekiyordu. Yoldaşlara baktı ve heyecanlı bir sesle: “22 Eylül’de ayaklanmanın uygulanmasını isteyenler elini kaldırsın!” dedi.
Dimitrov, Kolarov, Todor Petrov ve Anton İvonav ellerini kaldırdı. Hâlâ kararsız olan Nikola Penev, karşı oy kullanmayacağını, fakat özel görüşünde direndiğini söyledi. Todor Lukanov tek kaldı.
Ayaklanma tarihi 22 Eylül’ü 23 Eylül’e bağlayan gece olarak kararlaştırıldı. Sokağa çıkma yasağı saatinden önce Merkez Komitesi üyelerinin çoğu evden ayrıldılar ve büyük şehrin değişik semtlerinde gözden kayboldular.
Nastja lambayı söndürdü, pencereyi açtı ve odanın tütün kokusunu havalandırdı.

Sosyal ağlarda paylaşın