6-7 Eylül olaylarının bilançosu yıllarca tam olarak bilinemedi ve açıklanmadı.
Ama açıklandığı kadarı bile olayların boyutunu ortaya koymaya yeterdi: İki gün süren olaylarda, 3 kişi öldürüldü, 30 kişi yaralandı. Ölü sayısının yüzü aştığı da söylendi, ama bu bilgi resmileşemedi. Bunun dışında, saldırılarda, 73 kilise, 1 fabrika, 8 ayazma, 2 manastır, 3584’ü Rum vatandaşlara ait olmak üzere 5538 gayrı menkul yakılıp yıkıldı.
70.000 Rum yurttaş Türkiye’yi terketmek zorunda kaldı.
“Olaylar üç büyük ilde aynı saatlerde, hele İstanbul’da şehrin her yakasında aynı anlarda patlak verdi. … Rum mağazalarının vitrinlerinin camları kırıldı, mallar sokaklara atılıp parçalandı, yangınlar çıkartıldı…” (Türkiye’de Gençlik Hareketleri, S. 77)
“Daha önceden örgütlenmiş guruplar… Geçtikleri yerlerde evleri, mağazaları bayrak asmaya zorladılar, daha sonra da büyük talanı başlattılar. Emniyet güçleri… ve asker saat 22.00-2300 dolaylarında müdahale ettiği zaman Beyoğlu ve bir çok yörede talan edilmedik azınlık işyeri kalmamıştı.” (Türkiye’nin Demokrasi Tarihi, s. 51)
“… binlerce yıldır birlikte yaşadıkları Rum, Ermeni, Yahudi vatandaşlara ait ev ve işyerlerini bir kaç saat içinde yakıp yıktılar, yağma ettiler: Lebon, Markiz, Lion pastanaleri, Banco di Roma, Beyoğlu, Arnavutköy, Bebek, Beşiktaş, İstinye, Yeniköy semtlerini dolaşan öfke Adalar’a kadar ulaşmıştı. Göstericiler ‘Kıbrıs türktür, Türk kalacaktır. Rumlar ittir, it kalacaktır’ diye slogan atıyorlardı.” (Soner Yalçın, Bay Pipo, s. 48)
1955’in 6 Eylül’ünde, MİT’in provokasyonuyla kışkırtılan milliyetçi, gerici güruh, yakıp yıkıyor, vuruyor kırıyordu. Ama bunun yanısıra yapılan bir şey daha vardı; korkunç bir yağma da sürüyordu. Üç beş değil, yüzlerce işyeri ve ev yağmalandı o iki günde. “Kafir’in malı helal” idi. Hırsızlık, böyle meşrulaştırılmıştı…
Mezarlara Saldırı, Tecavüz!
Bunun yanısıra yaptıkları bir şey daha vardı; mezarları tahrip ediyorlardı.
Ve bir şey daha vardı yaptıkları; tecavüz! O iki gün içinde azınlıklardan 200’e yakın kadına tecavüz edildi.
“Milli hislerle galeyana gelmiş” kalabalıkların yağmacılığını, hatta katliamcılığını, hatta tecavüzcülüğünü “hoşgörmek”, oligarşik devletin gelenekleri arasındadır. 6-7 Eylül bunun bir kanıtıdır.
6-7 Eylül’de mahkeme tutanaklarına göre,
4 bin 214 ev,
1004 işyeri,
ve çok sayıda kilise, okul, fabrika, otel olmak üzere,
5538 bina yakıldı, yıkıldı, yağmalandı.
Ölenlerin, yaralananların, yağmalalanların sayısı hiçbir zaman kesin olarak açığa çıkmadı. Ama kesin olan; bu yağma ve katliamla 70.000 Rum, Türkiye’yi terk etmek zorunda bırakıldı.
“Devlet İşi” Olduğu İçin!
Peki daha sonra ne oldu acaba dersiniz? Yani bu kadar ev, işyeri yakılıp yıkıldıktan, din adamları diri diri yakıldıktan, yüzlerce kadına tecavüz edildikten, tam bir yağma yapıldıktan sonra ne oldu? Bu kadar suçtan kaç kişi yargılandı, kaç kişi kaç yıl ceza aldı? Yukarıdaki tabloya bakıldığında, doğal olarak yüzlerce kişi yargılanıp ceza almış olmalı diye düşünülür. Ama öyle olmadı.
Provokasyon ve komploda uzman olan oligarşik devlet, 6-7 Eylül’deki ırkçı yağma ve katliamın “komünist kışkırtma” işi olduğunu iddia edip, dönemin sosyalist aydınlarını tutukladı. (Oysa, yıllar sonra bizzat Özel Harp Dairesi’nde görevli subaylardan Sabri Yirmibeşoğlu’nun itiraf edeceği gibi, 6-7 Eylül katliamına gerekçe yapılan olay, yani “Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalanması M‹T, olayın tüm diğer kışkırtma, yağma, talan bölümü de Özel Harp Dairesi tarafından örgütlenmişti.)
Velhasıl, yağma ve katliam, zaten “devlet işi” olduğu için, yağmacılara, provokatörlere, ırkçı katillere, ırz düşmanlarına dokunulmadı.
Yağmanın Büyüğünü Burjuvalar Yaptı!
Dahası, aldatılmış, kışkırtılmış yoksul kitlelerin yağmacılığı bir mağazadan alınan üç metre bezdir; oysa 6-7 Eylül’ün ardından burjuvazi, ülkemizden zorla kovulan onbinlerce gayri-müslimin mallarına tapusuyla birlikte el koymuştur.
Bugün ülkemizin anlı şanlı “ “işadamları” olarak ortada dolaşanların birçoğunun zenginliğinin kaynağı işte o günlerdeki büyük ve vahşi yağmadır. Asıl ve büyük yağmacı, sömürücü egemen sınıflar olduğu için, yağmanın bu boyutuna karşı da hiçbir dava açılmamış, tam tersine, bu yağma devlet tarafından resmileştirilmiştir.
Ordu ve Polis Yağmanın Gözcüsü!
Irkçı, faşist terörün estiği, YAĞMANIN sürdüğü günler boyunca, devletin polisi, jandarması neredeydi diye sormayın. Maraş’ta bütün bir şehir, büyük bir katliam meydanına dönüştürülmüşken veya Sivas’ta insanlar diri diri yakılırken, neredeyse, yine oradaydılar.
Polis ve jandarmanın olan biteni seyretmesi de bu ülkede bir “devlet geleneği”nin bir parçasıdır. Devletin politikalarına denk düşen hiçbir katliam, yağma, linç, devletin polisi, jandarması tarafından önlenmez.
6-7 Eylül’de de, o vahşi yağma ve katliam sürerken, orduya “zor kullanmama” emri verilmişti zaten; polisin ise yağmacı güruha yardımcı olduğu, daha sonra devletin resmi belgelerine de geçecekti.
Bu yüzden, hiç kimse, bu vahşetlerin bir daha yaşanmaması için, devletin polisine jandarmasına güvenemez. Güvenmemeli de. 6-7 Eylül, büyük bir vahşetti; ancak milliyetçilik ve şovenizm temelinde kışkırtılan kitlelerin, kısa sürede böyle “insanlıktan çıkmalarının” ilk örneği değildi. Tam tersine, milliyetçi şovenist temeldeki çatışmaların birçoğunda yaşanıyor
bu sahneler. Milliyetçi çatışmalar, birçok yerde, hiçbir kuralın geçerli olmadığı bir vahşete dönüşmüştür. Balkanlar, bunun en yakın örneğidir.
Dememiz odur ki, 6-7 Eylül, Sivas, bu ülkede yaşandı.
Linçler, bu ülkede yaşandı.
Beyni ırkçı ideolojiyle şekillendirilmiş, şovenizmle kışkırtılmış kitleler, şu veya bu kesimin düşman olduğuna kolay inanır ve aynı hızla, o düşmana karşı vahşileşir. Düşman, dün Rum’du, Ermeni’ydi, bugün Kürt olur, komünist olur…
Anadolu topraklarında binyıllardır yaşayan halklar, birer birer bu toprakları terketmek zorunda bırakıldılar…