Türkiye Hapishaneler Tarihinde Açlık Grevleri

Yazı dizimizin önceki bölümünde açlık grevi ve ölüm oruçlarının ülkemizdeki tarihine giriş yapmıştık. Türkiye’de bilinen ilk açlık grevinin Nazım Hikmet’in uzun süren tutsaklığı protesto için başladığı direniş olduğunu ifade etmiştik.

Nazım Hikmet’ten yaklaşık yirmi yıl sonra Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın 6 Mayıs 1972’de idam edilmelerinden kısa bir süre önce ölüm orucuna başladıklarını; ancak avukatları Halit Çelenk’in olası bir idam sırasında güçlü durmaları, zayıf görünmemeleri, düşmana anti-propaganda için malzeme vermemeleri gibi söylemlerle ikna etmesi üzerine direnişe son verdiklerini anlatmıştık.

Dizimizin bu bölümünde Nazım Hikmet’le başlayan, Deniz-Yusuf-Hüseyin’le devam eden geleneğe eklenen yeni halkaları, bu halkalardan en büyük ve en önemli olanlarını ele almaya devam edeceğiz.

DİYARBAKIR HAPİSHANESİNDE TESLİMİYET DUVARLARINA VURULAN BİR DARBE: KEMAL PİR VE 1982 ÖLÜM ORUCU DİRENİŞİ

Ülkemizde ilk kitlesel ve şehitler verilen açlık grevi ve ölüm orucu direnişleri 12 Eylül faşist cuntası sonrasında hapishanelerde yaşandı.

12 Eylül sabahı Türkiye halkları güne Amerikancı generallerin gerçekleştirdiği askeri faşist darbeyle uyandı. 12 Eylül karanlığının en koyusunun yaşandığı günlerde, cuntanın bütün ülkeye yayılan zulüm ve işkenceleri, binlerce devrimcinin sorgusuz sualsiz kapatıldığı hapishanelerde katmerlenerek yaşandı.

Bütün Türkiye’nin yönetimine olduğu gibi bütün hapishanelerin yönetimine de asker “el koydu”. Bütün ülke bir hapishaneye, bütün hapishaneler ise sıkıyönetim komutanlıklarının denetiminde birer işkencehaneye çevrildi.

“Burada Allah yok, peygamber tatilde” işkencecilerin duvarlara nakşettiği sloganlardı. Arkalarına cuntacıları alan işkenceci komutanlar, siyasi tutsakları teslim almak, pişmanlık dayatmak için ellerinden gelen her şeyi, işkencenin, zulmün, ahlaksızlığın her türlüsünü yapıyorlardı.

Bu zulüm ve vahşete, cuntanın bu teslim alma politikalarına karşı iki tavır, iki çizgi çıktı ortaya. Biri teslimiyeti, onursuzluğu kabul eden çizgiydi.

İkincisi direniş çizgisi.

İşte ülkemiz hapishaneler tarihinin kitlesel açlık grevi ve ölüm orucu geleneğinin ilk tohumları da bu koşullarda, bu direniş çizgisini yaratanlar tarafından atıldı toprağa. ’80’li yıllar boyunca birbiri ardına direniş destanları yazıldı hapishanelerde.

Bunlardan ilki 1982 Temmuz ayında Diyarbakır Hapishanesindeki PKK’li tutsakların hapishanedeki baskı ve şiddete karşı yaptıkları ölüm orucu direnişiydi. Bu direnişin 55. gününde, 14 Temmuz 1982’de PKK’nin kurucu kadrolarından Kemal Pir şehit düştü. Ardından Mehmet Hayri Durmuş, Akif Yılmaz ve Ali Çiçek isimli 3 direnişçi daha şehit düştü. Fakat bu direnişin bir özgünlüğü vardı; direniş Kürt milliyetçi hareketin iradi ve merkezi kararıyla değil, tutsakların kendi inisiyatifleriyle gerçekleşmesiydi. PKK’nin ne Diyarbakır’da ne başka hapishanelerdeki zulüm ve vahşete karşı iradi bir direnme politikası yoktu.

Hatta, sonradan manevrayla bu çizgi mahkum edilmiş gibi yapılsa da, yerine olmayan bir direniş çizgisi konulmaya çalışılsa da her dönem PKK’nin politikası direnmeme, teslimiyet üzerine kuruluydu. Nitekim Diyarbakır hapishanesi bu direnişe ve verilen dört şehide rağmen direnişle değil teslimiyetle anıldı. Düşmanın bütün politikaları, bütün dayatmaları kabul edildi.

Örneğin HDP Mardin Milletvekili olduğu dönemde katıldığı bir televizyon programında Diyarbakır hapishanesinde yaşadıklarını anlatan Ahmet Türk teslimiyetçi çizgiyi şöyle anlatıyordu; ‘Lağım üzerinde yattık, 56 marş ezberlemiş olarak çıktım. Dışarı çıktıktan sonra aylarca akşamları marşları tekrarladım, tekrar girersem hiç olmazsa marşlar hazır olsun diye’’… (Cumhuriyet, 4 Nisan 2012)

Elbette bu sadece Ahmet Türk’ün kişisel bir tercihi, kişisel olarak teslimiyetçi olmasıyla açıklanamaz. Sorun PKK’nin hapishanelerde teslimiyetçi politikasıydı. Nitekim PKK 1991’de yaptığı Zindan Konferansıyla hapishanelerdeki direniş için ‘katliam’ diyerek mahkum etmiş, hapishanelerdeki teslimiyetçi politikalarını “tutsak değil esir” oldukları gibi söylemlerle meşrulaştırmaya çalışmıştır.

Bu anlayış 1999’da onları Ulucanlar Katliamı ve direnişi yaşanırken “Biz yokuz binbaşım” deyip ellerini havaya kaldırarak teslim olmaya; 2000’de Türkiye hapishaneler tarihinin en büyük katliamı olan 19-22 Aralık katliamı ve direnişi yaşanırken, binlerce tutsak kurşunlara, bombalara, kimyasal gazlara karşı direnirken, 6 kadın diri diri yakılıp 28 devrimci tutsak katledilirken; “farkımızı koyduk iyi oldu” diyerek direnmemeyi, teslimiyeti hatta katliamı meşrulaştırmaya kadar götürmüştür.

Katliam sırasında Ümraniye Hapishanesi’nde DHKP-C tutsaklarına haber vermeden koğuşlarını boşaltmışlar ve asker onların koğuşundan girerek tutsakları katletmiştir.

ZULMÜN KARANLIĞI PARÇALAYAN BİR DİRENİŞ: 1984 ÖLÜM ORUCU VE DÖRT KIZIL KARANFİL

Darbeyle yönetime el koyan faşist cunta 45 milyon halkı teslim almak istiyordu. Hapishaneler cuntayla beraber en çetin çatışmaların yaşandığı bir yer, bir direniş mevzii haline geldi.

Amerikancı faşist cunta daha ilk yıllarında dışarıdaki muhalefeti önemli oranda etkisizleştirirken, hemen ardından susmayan, teslim olmayan, direnişin odağı haline gelen hapishanelere yöneldi. Cuntanın soluğunu enselerinde hissetmeleriyle beraber çareyi, kapağı yurtdışına atmakta bulanların, mücadeleyi tatil edenlerin hapishanelerde de durumu farklı değildi.

Onlar halka güvensizliği, devrime inançsızlığı yaşarken, yaşadıkları teslimiyete de kılıf aramakla meşguldüler.

Dışarıda, “Cunta 45 milyon halkı teslim alamaz” diyerek cuntayı savaşla karşılayan Devrimci Sol, hapishanelerde de bu tavrını sürdürdü. Zaten hapishanelerde saldırılar cunta öncesi başlamış, cuntayla beraber giderek tırmanmıştı. Düşman bu saldırılarıyla önce Mamak’ta, ardından Diyarbakır’da istediği sonuçları almayı başardı. Bir süre sonra karşılarında tüm dayatmaları, tüm aşağılanmaları kabul eden teslimiyetçi bir çizgi vardı.

Cunta sonrası seçimlerle yeni bir iktidar kurulsa da 12 Eylül sürüyordu… İşkence her gün tekrarlanan bir vahşet boyutundaydı. Hapishanelerde peşpeşe açlık grevleri yapılıyordu…

’84 Ölüm Orucu Direnişi de bütün solun katıldığı ve yenilgiyle sonuçlanan 1983 Temmuz-Ağustos direnişi üzerine cuntanın çok daha kapsamlı Tek Tip Elbise (TTE) saldırısına karşı örgütlendi. Oligarşinin TTE saldırıları karşısında oportünizm DİRENİŞİ DEĞİL, GERİ ÇEKİLME, UZLAŞMA ‘TAKTİK’LERİNİ öneriyordu.

Oligarşinin siyasi kimliğe karşı ülke genelinde, TTE odağında başlattığı saldırıyı püskürtmek, direnişin odaklarını güçlendirmek ve genele yaymak, zayıflayan Metris kalesini yeniden tahkim etmek, ekonomik-demokratik, siyasi hakları elde etmek, siyasal muhalefet odağı olarak üzerlerine düşeni yerine getirmek ve direniş bayrağını daha yükseklere kaldırmak için Devrimci Sol davası tutsakları açlık grevi ve ölüm orucu kararı aldı.

Oportünizmi beklemek; sonuçsuz tartışmaları daha da uzatmak, statükoculuğa alet olmak, sivil cuntanın programının bir engelle karşılaşmadan uygulanması için, kör topal da olsa statükocu çizgiyle birlikte oluşturulan barikatları kaldırmak demekti.

Direnişi sadece «hak» almayla sınırlamadan, esas olarak siyasal bir perspektifle başlatılmalı ve yaratılacak siyasi sonuçlar üzerine hareket ederek, taktikler geliştirilmeliydi.

1984’ün Nisan’ında Metris büyük bir direnişe, büyük bir alt-üst oluşa hazırdı. Ve beklenen ilk kıvılcım Metris’in en berbat koğuşlarından B-2 koğuşunda tecritte,14 tutsak tarafından çakıldı. 11 Nisan’da B-2’de başlatılan açlık grevine hemen ertesi gün diğer koğuşlardaki devrimci tutsaklar da katıldı. 13 Nisan’da bayanlar koğuşundaki tutsakların da başlamasından sonra bu kez Sağmalcılar hapishanesindeki tutsaklar da bedenlerini açlığa yatırdılar.

Hapishanelerde süren irade çatışması en üst aşamasına ulaşmıştı. Gidilecek yol uzun, varılacak hedef büyüktü. Bunu bilen cunta, direnişi daha başında kırmak için harekete geçti.

Direnişi kırmak için saldırdı düşman. Tutsakların üzerindeki giyecek ne varsa parça parça edildi. Cop darbeleri altında deriler soyuldu. Birbirlerine kenetlenen tutsaklar sloganlarla cevap verdiler saldırıya. Tüm koğuşlarda ‘Kahrolsun Faşizm, Asker Değil Siyasi Tutukluyuz’ sloganları yükseldi. Tüm Devrimci Sol tutsakları ‘Sibirya’ denilen sürgün bölümüne getirildiklerinde; her türlü saldırıya rağmen direnişi sürdürmüş olmanın, saldırıyı tek bir yumruk gibi kenetlenerek karşılamış olmanın coşkusu ve güveni içerisindeydiler. Ve dillerinde yükselen direniş türküleriyle karşıladılar geceyi…

“Bu, Kırmızı Karanfillerin Öyküsüdür, İnsanların Ölüme Direnişinin Türküsüdür”

Açlık grevi adım adım ilerlemeye, programı gereği aşamalardan geçe geçe yürümeye devam ediyordu. Hazırlanan programa göre 30 ve 40. günde bir gruba açlık grevi bıraktırıldı. 45. güne gelindiğinde ise açlık dolu soluklar kavganın yeni bir aşamasına geldi. Zulmü geriletmek için şimdi bedenler ölüm silahını kuşanmıştı. Zulüm, ölüm oruçlarıyla teslim alınacaktı.

Açlık grevinin 45. gününde Sağmalcılar Özel Tip Hapishanesi’nde, 49. günde de Metris Hapishanesi’nde yapılan anonslarla Ölüm Orucu başladı. Devrimci Sol ve TİKB davasından toplam 16 tutsak, ölümü kuşatıp teslim alma yarışında en önde yürümenin onuruyla saldırdılar düşmana. Ölüm Orucu savaşçıları zafere olan inançlarıyla yoldaşlarına, ailelerine vasiyetlerini yazdılar.

Devrimci Sol tutsakları Elazığ, Bartın ve Çanakkale’de de ölüm orucuna yattılar… Ölüm Orucu düşmanın korkularını büyüttü. Daha 30’lu günlerde ölümlerden korkmaya başlayan düşman, tutsakları hastaneye göndermeye başlamıştı. Ölüm Orucuyla beraber ölümlerin hapishanelerde yaratacağı etkiyi düşünen oligarşi, Ölüm Orucu direnişçilerini zorla Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne sevk etti. Ancak Ölüm Orucu Haydarpaşa’nın, zindanı aratmayan koğuşlarında da sürdü.

Ölüm Orucu direnişinin 63. gününde, Devrimci Sol önder kadrolarından Abdullah Meral (Apo) direnişin ilk şehidi oldu. Apo’yu Haydar Başbağ ve TİKB tutsaklarından M. Fatih Öktülmüş izledi. İki siper yoldaşı, direnişlerinin 67. gününde şehit düştüler. Aynı güne iki ölüm sığdırmıştı Ölüm Orucu savaşçıları. Öfke kınına sığmazken, zafer adım adım yaklaşıyordu.

Direnişin 69. gününde düşman direnişi kırmak için yeni bir saldırıya geçti. Devrimci Sol önderi Dursun Karataş’ı yoldaşlarından ayırmakla tehdit ederek direnişi bölmeye çalıştı. Ancak Devrimci Sol tutsakları bu saldırıya da direnişle karşılık verdi. Düşman, Devrimci Sol önderini operasyonla kopararak alabildi. Elbette direnişi kırmayı başaramadı.

Direniş 73. gününe geldiğinde, 24 Haziran’da bu kez Hasan Telci göğüsledi ipi ve dört kızıl karanfilden biri oldu.

Sinan Kukul hastaneden ayrılırken yoldaşlarına şöyle seslendi:

“Yoldaşlar, onurlu ve görkemli bir direniş yarattınız. Direnişimiz esas olarak hedefine vardı. Şimdi önemli olan yaşama dönmeniz. En kısa sürede sizi aramızda görmek istiyoruz. Kendinize iyi bakın.” (Direniş Ölüm ve Yaşam 1, Syf:310)

75 gün süren irade savaşını zulme karşı bedenlerini ölüme yatıranlar kazandı. Ölüm Orucu yılgınlığa, ihanete rağmen teslim olunmayacağının tarihsel bir örneğiydi. Ölüm Orucu davaya bağlılığın, halk için kendini feda etmenin adıydı. Ölüm Orucu sonuçlarıyla siyasal bir zaferdi. Düşmanın tüm silahları elinden alınmış, hapishanelerde inisiyatif kazanılmıştı.

Ölüm Orucu sonrası yapılan direnişlerle düşmana geri adım attırılmaya devam edildi. Gerek İstanbul, gerekse Anadolu hapishanelerinde onlarca direniş örgütlendi. Ölüm Orucu direnişinin kazanımları 1985’ten itibaren daha somut görülmeye başlanacaktı.

Sosyal ağlarda paylaşın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.