TEK BAŞINA HALK
Mahir ve Ulaş, “son“ kez kucaklaşırlar.
…
Mahir, sandığın içine girer. Çivilerini de Ulaş çakar. Ve hatta, sandığın, üzerine adres türü bir şeyler yazılır ki, eşya sandığı olduğu sanılsın. … Ertan Saruhan ve yanındaki yoldaşı, Mahir’i bu şekilde Ankara’ya ulaştırırlar. Bütün zamanlar boyunca, İstanbul’dan Ankara’ya taşınan en değerli sandık, işte budur. İçinde devrimin Mahir hali vardır.
…
Polisin, “Bu adam tek başına bir örgüt“ dediği Ulaş ise, İstanbul’dadır.
Ulaş için, “tek başına bir örgüt” demelerinin nedeni, Ulaş’ın teknik – pratik işlerdeki ustalığı, hızlı davranıp sonuç alması, yaratıcılığı, emekçiliği, cüretidir. Ulaş bir görev aldıysa, mutlaka yerine gelir o iş.
Ve şimdi, İstanbul’dadır Ulaş. Kavganın başkentinde kavgayı örgütleyecektir.
Amerikancı halk düşmanları da boş durmamakta, halk
saflarına yönelik saldırılarını sürdürmektedirler. Öyle ki, 23 Ocak 1972 günü İstanbul yine ev ev aranır. Bu kez “Fırtına–1“ adını vermişlerdir ev ev arama operasyonuna.
Bir yandan düşman saldırıları, bir yandan ihanetin vardığı darbenin olumsuz sonuçlarıyla baş etmek için “tek başına bir örgüt“ olmak gerekmektedir gerçekten de.
Ulaş, öyledir. Ve silahlı mücadeleye kaldığı yerden devam etmenin adımlarını İstanbul’da atmaktadır.
Afişe edilmiştir, “vur emri“ ile aranmaktadır. Ama bunları dert etmez. Görevinin başındadır.
13 Şubat 1972 akşamı, Ulaş, kaldığı evin hanımına kapıyı açıp dışarıyı kontrol etmesini söyler. Kadın kapıyı hafifçe açıp dışarıya baktı.
Kuşatıldıklarını gördü. Sivil giyimli faşist cellatlar, kendi aralarında fısıldaşarak bodrum katına yöneliyorlardı.
Ülkü Ahmet, durumu anladı, ve kapıyı kapatarak “Geldiler“ dedi Ulaşlar‘a.
Gelenler, faşist cellatlardı.
Gelenler, Amerikancı katillerdi.
Gelenler, halk düşmanlarıydılar.
İşte bu yüzden “Kimler?“ diye sormadı Ulaş. Şaşırmadı, telaşlanmadı, eli silahına gitti sadece. Hazırdı. Şimdi Cevahirce çatışmanın zamanıydı.
Karşı–devrim kuşatmıştı bir kez daha devrimi. Devrim, elbette elini kaldırıp teslim olmazdı. Çatışırdı, sonuna kadar hem de.
Devrimin ilkesi, geleneğiydi bu.
Faşist cellatlar, kapının açılıp kapanmasını fark etmişlerdir. Ve birisi, “kapıyı kapattı” der diğerlerine. Sonrasında silahlar konuşur ve kapıya kurşun sıkarlar. Ulaş da ateşler silahını.
Halk ile halk düşmanları arasında yaşanan çarpışmanın en somut halidir şimdi yaşanan.
Ulaş’ın yanında el bombası vardır. Birinin pimini çekip fırlatıp atar dışarıya. Ama bomba pencereye çarpıp geri içeri düşer ve bulundukları odada patlama tehlikesi oluşur. Ulaş hiç düşünmeden Ülkü Ahmet’in üzerine kapanır. Ki olası patlamada
bombanın şarapnellerinden onu korumak ister. Kendisinden önce yanındakinin güvenliğini düşünmektedir. Neyse ki bomba patlamaz.
Çatışma sürerken yoldaşının silahı tutukluk yapar bir ara. Ulaş hem çatışmayı sürdürür hem de yoldaşının silahını tamir eder.
Soğukkanlıdır. Bunu sağlayan devrimci iradesidir. Çatışmanın ortasında olmalarına rağmen kendini korumayı değil, yoldaşının güvenliğini esas alır. Mahir, Hüseyin, Ulaş için, önce “ben“ değil, önce “yoldaş“ vardır çünkü. Ve Ulaş, çarpışmanın ortasında bu ilkenin gereğini yapmaktadır işte. Gelenekler nakış nakış tarihe işlenmektedir.
Çatışma sürerken, kuşatmayı yarmaya karar verirler. Başta Ulaş olmak üzere atlayıp pencereden çatışarak uzaklaşacaklardır.
Öyle de yaparlar ve Ulaş pencereden atlar. Ardından yoldaşları.
Faşist cellatlardan birisi, Ulaş’ı engellemeye kalkar. Ama Ulaş basar tetiğe ve faşist cellat “yandım anam“ diyerek yığılıp kalır olduğu yere.
Ulaş, Ziya ve Ülkü çatışarak uzaklaşırlar.
Tutsaklıklar yaşanmış, çoğu ilişki ve olanak açığa çıkmıştır. İşte bu koşullarda, Ulaş görevinin başındadır.
Nedir Ulaş’ın tarihsel görevi?
Eylemi ve şehitliğiyle, halk düşmanlarının üzerine yürüyerek İhtilalin Yolu’nu ilerletmektir.
Yürümektedir Ulaş. Çatışa çatışa yürümektedir. Kuşatmaları, pusuları, kalleşlikleri aşarak ilerlemektedir.
19 Şubat 1972 Cumartesi.
O gece faşist cellatlar iş başındadır yine. Önce, saat 02.30 civarında Fındıkzade’de bir evi kuşatırlar. Çatışma çıkar ve Ziya Yılmaz yaralı olarak tutsak düşer. Bu çatışmada CIA ve
MOSSAD’ın ülkemizdeki uşaklarından Hiram Abas da yaralanır.
Hiram Abas, MİT’in meşhur tetikçi ve yöneticilerindendir.
O gün Cepheliler’in sıktığı kurşunla yaralanan Hiram Abas, Eylül 1990’da Cepheliler’le karşılaştığında bu kez kurtulamayacak ve halk düşmanlığının cezasını çekecektir.
Amerikancı faşist cellatlar, aynı gün, sabah 07.00 civarı bu kez Arnavutköy’de bir evi kuşatırlar. Daha önce aynı sokakta iki evi aramışlar ve şimdi de bu eve gelmişlerdi. Üvez Sokak’ta yedi katlı bir apartmandı burası.
Bodrum katında Lale Arıkdalı oturuyordu.
Amerikancı çakallar zili çaldılar. Lale kapıyı açtı ve sakince sordu: “Ne istiyorsunuz?”
“Evi arayacağız“ dedi cellatlar ve sordular: “Evde kimler var?”
“Kimse yok“ dedi Lale; “Ben yalnız oturuyorum.”
Kan kokusunu almış çakallar gibi girdiler içeri. Odalara dağılıp aramaya başladılar.
Mahir, Hüseyin, Ulaş’ı arıyorlardı…
Karşılarında direnip çatışarak teslim olmama geleneğini bulacaklardı bir kez daha.
O gün, o evin içinde bulunan MİT’çi Mehmet Eymür, ‘o an’ı şöyle anlatacaktır:
“… Polisler odalara dağılmış bakıyorlardı. Evin salonundan açılan koridordan arka odalara gittim. Sağda bulunan yatak odasına girdim. Yatak hiç bozulmamıştı. L. A.’nın yanına giderek kimin odası olduğunu sordum. Benim odam dedi. Salondaki kanepede battaniye ve yastık vardı. Orada yattığını söyledi.
Polislerden biri gelerek yatak odasının yanındaki dip odada peruk bulduklarını söyledi. Odada bir divan, odanın girişinde ise plastik fermuarlı bir dolap bulunmaktaydı. Dolabın karşısındaki
duvarda bulunan yüksek pencere yandaki yola bakıyordu. Peruk, bir erkeğin kullanabileceği cinstendi. Çayan ve arkadaşlarının
eşgal değiştirmek için peruk kullandıklarını öğrendiğimizden ev sahibinden kime ait olduğunu sormalarını istedim.
Koridorda bulunan banyo ve tuvalete şöyle bir baktım. Her yer aranıyordu. Tekra yatak odasına gelmiştim ki birden silah cayırtısı duyuldu. Silah ve makinalı tabanca sesleri dip oda tarafından
gelmişti.” (Mehmet Eymür, Analiz, Bir MİT Mensubunun Anıları, Milliyet Yayınları)
Dip odadaki vinleks eşya dolabının içindeydi Ulaş.
Amerikancı faşist cellatlar evin içerisinde dolaşırken, dolabın içinde elinde silahıyla bekledi.
Bekledi…O ‘an’ uzayacak ve geleneğin temelinde yerini alacaktı.
Direnip çatışarak teslim olmama geleneğiydi bu.
Mahir, Hüseyin, Ulaş’ı arıyorlardı ya, bulacaklardı.
Ve şimdi, Ulaş’ın bilincinde, yüreğinde ve elinde silahtı Cevahir.
Bekliyordu Ulaş, sakince…
Ve arama uzayınca, bir el vinleks dolaba uzanınca dokundu silahının tetiğine.
Köroğlu, Pir Sultan, Karayılan olup dokundu yüreğinin tetiğine. Teslim olmak yoktu bu gelenekte. Amerikancı faşist cellatlar, teslim alamazlardı Anadolu’yu.
Anadolu, Ulaş’tı şimdi.
Ulaş, ‘Kurtuluşa Kadar Savaş’tı.
Serez’in Esnaf Çarşısı’ydı şimdi o ev.
Ve Ulaş’ın elinde Köroğlu’nun kılıcı vardı.
Halk düşmanları onun için “Tek başına bir örgüt“ demişlerdi.
Eksik söylemişlerdi; Ulaş, tek başına bir halk sayılırdı…
Tek başınaydı Ulaş ama yalnız değildi. Bilincinde halkın umudu, yüreğinde halk sevgisi, elinde halkın öfkesi olanlar asla yalnız olmazlar.
Dokundu silahının tetiğine Ulaş ve düşürdü faşist cellatlardan ikisini yere. Ve ilk şaşkınlığı atlatan katiller, namlularını Ulaş’ın bulunduğu vinleks dolaba boşalttılar. Ellerine verilen Amerikan
tomsonlarının mermileri tükenene kadar hem de.
Sonra, silah sesleri kesildi.
Sonra, dolabı açtılar.
Ulaş’ın bir elinde 14’lü, diğerinde bir naylon torba içinde mermiler vardı.
Ulaş, elinde silahıyla ölümsüzleşmişti. O anda bile
düşürmemişti elinden silahını. Ve artık, asla düşürmeyecekti.
Ulaş’ın silahı elden ele geçecek ama asla yere düşürülmeyecek ve asla düşmana teslim edilmeyecekti.
Ulaş bir kez değil, bin kez daha ölecekti ve her defasında silahını bir sonraki Ulaş’a devredecekti. Ki, ‘tek başına’ bir halktı Ulaş.
Ve böyle ölürdü bizimkiler.
Ölse de yenilmeyen halktı, Ulaş…
Pir Sultanca “Bu kaçıncı ölmem“ diyen halktı, Ulaş…
“Bir gider bin geliriz“ diyen halktı, Ulaş…
Kurtuluş Savaşı’nda şehit düşen dedesinin ismi verilmişti Ulaş’a.
Ve şimdi, Ulaş da emperyalistler ve işbirlikçilerine karşı savaşırken şehit düşüyordu.
Evet, işte böyle ölüyordu bizimkiler…
“… Ulaş’ın elinde mavzer
Mavzeri türküye benzer…”
Ulaş’ın elindeki mavzeri türkü’ye benzetir halk.
Ve Mahir, Hüseyin, Ulaş, o ‘türkü’yü söylemekten vazgeçmez.
Adalılar’ın türküsüdür bu, faşist namluları susturan.
Adalılar’ın türküsüdür bu dillerden düşmez…
Adalıdır Ulaş ve kökleri derinindedir Anadolu’nun.
Adalıdır Ulaş ve Babai İsyanı’nda şehit düşen Menteş’tir.
Adalıdır Ulaş ve asırlar boyu bu topraklarda zulme isyan edenlerin soyundandır.
Halkı sadece kitaplardan okumamıştır ama halkın kitabını okumuştur. Bilir bu topraklarda yaşanan acıyı, kahrı, kederi, belayı… Ve bütün bunlara karşı koyan halkını sever.
Köy köy dolaşıp direniş örgütlerken büyütüp sevgisini. Emekle, cüretle büyütür. Öyle büyütür ki, “tek başına halk“olur.
“Tek başına halk“ olmak, halkın kurtuluş savaşında sıra neferi olmaktır. Ulaş, işte böyledir.
Devrime adanmış yürektir.
Devrim için çarpan, devrime adanmış yürekler kurşunlansalar da durmazlar asla. Halk savaşçılarının göğüs kafesinde çarpmaya ve
cephenin en önünde çarpışmaya devam eder Ulaş’ın yüreği.
Bir yoldaşı Ulaş’a dair şöyle der:
“… Ulaş çok esaslı, dünya tatlısı bir insandı. Yetenekli, başarılı, pratik işlerde çok ustaydı. Polis ‘Bu adam tek başına bir örgüt’
diyordu. Elinden her şey gelirdi. Hareketli, cevvaldi. Yorulmak nedir bilmeyen bir adamdı. Sessiz, mütevazi, çok esaslı yönleri
olan bir arkadaştı.”
Yoldaşları ve halkı için “dünya tatlısı“ olan Ulaş, halk düşmanlarına “Bu adam tek başına bir örgüt“ dedirtecek kadar korku verendir. Ki halk sevgisi ile sınıf kini doğru orantılıdır.
Halkı ne kadar severseniz, halk düşmanlarına o kadar korku verirsiniz.
Ulaş’ın en net ve sade tanımı “Mahir, Hüseyin, Ulaş“ olmasıdır.
O bir önder, sıra neferi ve yoldaştır.
Ulaş, ‘savunma’sında Dev–Genç şahsında devrimcileri
anlatırken aslında kendisini de anlatmıştır.
Bakın, ne diyor Ulaş:
“… Gerektiğinde direniş hakkını kullandı. Miting yaptı. Yürüyüş tertipledi. Bütün ilerici, demokratik kitle hareketlerine katıldı, destekledi. Döğüştü, dayak yedi, hapislere atıldı.
İşkencelerin en çağ dışı olanları üzerlerinde uygulandı. Bütün bunlar gençliğin mücadele azmini kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramadı. Sömürünün üzerine gitti…”
“… Çığ gibi büyüyen bağımsızlık hareketimiz karşısında hakim sınıflar telaşlanmaya başladılar. “Azgınlaşan emperyalizmin bizi ezip geçmesine
müsaade etmeden toparlanmamız, bağımsızlık savaşımızı değişen şartta uygun biçimlerde yürütmemiz gerekiyordu…
“… Devrimciler emperyalizme karşı bağımsızlıkları için silaha sarılma hakkını kullandılar.
“…THKC ve onun savaşçıları emperyalizme karşı bağımsızlık için silaha sarılma hakkını kullandılar. Savaşçılarımızın son teki de ölene kadar bu hakkı kullanmaya devam edeceklerdir…”
İşte bu iddia ve onun somut hali olan ‘Kurtuluşa Kadar Savaş’ gerçekliği içinde ölümsüzdür Ulaş.
Emperyalizme karşı bağımsızlık için silaha sarılma hakkını kullananlar varoldukça, Mahir, Hüseyin, Ulaş yaşamaya devam edecektir.
(Yukarıdaki Anlatım, Boran Yayınları tarafından 2014’de yayınlanan “Mahir Hüseyin Ulaş Kurtuluşa Kadar Savaş” kitabından alınmıştır. syf; 225 233)