İdeallerimiz İçin Ölürüz, Çünkü
İdeallerimiz İçin Yaşıyoruz
Sevgili okurlarımız merhaba! Şehitlerimizi ve umudumuzu selamlayarak başlıyoruz bu haftaki sohbetimize. İkisi birbirine o kadar bağlı ki, arada “ve” kelimesi bile fazladan; ikisi arasındaki bağı en özet haliyle şöyle ifade edebiliriz sanırım: umudumuzu şehitlerimiz büyüttü, şehitlerimizi umudumuz yaşatıyor.
Evet bugün şehitlik üzerine konuşacağız. Türkiye solu bu kavramı, bazı belgelerde görebildiğimiz kadarıyla 80 yılı aşkın zamandır kullanıyor. Daha yoğun biçimde kullanılmaya başlanması, 1960’ların sonlarıdır; yani mücadelenin daha şiddetlendiği, karşıdevrimin halka ve devrimcilere karşı infaz, katliam politikalarını yürürlüğe koyduğu döneme denk düşüyor. Sonrasında ise Türkiye solunun literatüründen hiç eksik olmadı bu kavram. Gerçekte üzerinde özel ve yaygın bir tartışma olan bir kavram da değildi. Ta ki, 2000’lerin başına kadar.
Neden bu dönem daha yoğun biçimde gündeme geldi dersiniz? Evet Özlem?
Özlem: Sanırım tartışma şehitlik kavramını da içeren ama ondan daha geniş kapsamı olan bir tartışma olarak gündeme geldi. Tartışmadaki yoğunluğun nedeni ise, benim gözlemleyebildiğim kadarıyla, dünya genelinde halkların mücadelesinde feda eylemlerinin öne çıkması, ülkemiz özelinde ise ölüm oruçlarının belki de tarihteki en kitlesel ve uzun süreli şekilde yaşanmasıdır. Feda eylemleri yapan hareketlerin bir bölümünün “islamcı” olması da tartışmayı özellikle bu noktada körükleyen bir olgu olmuştur.
Mazlum: Evet, Özlem’in belirttiği etkenler doğru. Ancak şunu da eklemek gerekir, “ölmek, ölümü kutsamak” gibi kavramlar üzerindeki tartışmalar, aslında 80’lerin sonuna kadar uzanıyor. Yani orada başka bir “dönüm noktası” var. O dönüm noktası, solun bir kesiminin “savaş”tan vazgeçmesi, düzen içiliği tercih etmesi, ve burjuva ideolojisinin çeşitli biçimlerde sol saflara daha yaygın biçimde sızmasıyla karakterize olan bir dönüm noktasıdır.
Özlem’in dediği gibi, şehitlik üzerine tartışma, aslında daha geniş kapsamlı bir tartışmanın uzantısıdır.
Kemal: Tartışmamızın daha anlaşılır olması için önce bu konudaki itirazları özetleyelim. Şehitlik konusunda söylenenleri ikiye ayırabiliriz; bir grup, mücadelede “ölme ve öldürme”yi tümden reddettiği için böyle bir kavramı reddediyor. İkinci grup ise, sınıf savaşımını savunmakla birlikte, şehitlik kavramının “islami kökenli” bir kavram olduğunu iddia ederek, şehitlik kavramının materyalizme ters, komünistliğe ters bir kavram olduğunu söylüyor. İfade edilişlerinde farklılıklar olsa da ana yaklaşımlar bunlar.
Mazlum: Peki o zaman biz de biraz tarihe uzanıp ele alalım. Şehitlik kavramı, evet, din kökenlidir. Ancak bu yine de tarihsel süreç boyunca şehitlik kavramının kazandığı muhtevayı tümüyle açıklamaz. Şehitlik, esas olarak islam dininin geliştirdiği bir kavramdır. Daha islamın ilk döneminde, “Din ve tanrı yolunda ölenler” şehit olarak adlandırılmıştır.Şehit’in ilk tanımı budur. Fakat özellikle 19., 20. yüzyıllarda bu tanımın kullanıldığını görmeyiz pek. Çünkü din savaşları, büyük ölçüde geride kalmıştır. Özellikle 19. yüzyıl ulusal devletlerin kurulduğu, ulusların oluştuğu bir dönemdir. Ve şehitlik bu yüzyıllarda “vatan uğr una” ölmeyi adlandıran bir kavram olarak kullanılmıştır.
Dolayısıyla, dini kökenli olmakla birlikte, sınıflar mücadelesinin gelişimine bağlı olarak muhtevası değişen bir kavramdan sözediyoruz.Bizim mücadelemiz içinde kazandığı muhteva ise “halk uğruna, sosyalizm uğruna ölmek”tir. Bu dini değil, toplumsal gelişmeye paralel şekillenmiş bir muhtevadır. Her ne kadar bu kavram islam dini kökenli olsa da aslında kavram, islam olmayan halklarda da vardır. Sözlüklerde kısa bir araştırma yaptım. Şehit’in karşılığı olarak İngilizce’de ve Fransızca’da Martyr, Almanca’da Martyrer geçiyor. Tarihsel kökeni farklı belki bu kavramın, ancak bu kavram, toplumsal mücadelede bir ihtiyaca cevap veriyor.
O ihtiyaç nedir? O ihtiyaç, bir insanın ulusu, halkı uğruna ölümünü, inançları, düşünceleri uğruna ölümünü öteki insanların sıradan ölümlerinden farklılığını vurgulama ihtiyacıdır. Çünkü orada tamamen farklı bir ölüm türü vardır. “Tanrıdan, hastalıklardan, yaşlanmaktan gelen” değil, doğrudan kişinin kendi iradesiyle belirlediği bir ölüm söz konusudur. Toplumda ve doğada her farklı olgu, kendine özgü bir tanım arar ve bulur. Biz de elbette kendi toplumumuzun, kendi topraklarımızın ürettiği kavramı kullanıyoruz. Tutup da “martir” diyecek halimiz yok.
Bu kavramı burjuvazi de kullanıyor. Hem de deyim yerindeyse, tepe tepe kullanıyor. İstismar ediyor. Halka karşı savaşta canını kaybedenleri, emperyalizmin ve oligarşinin çıkarları için savaşta ölenleri böyle nitelendirerek kitleleri kendi savaşına yedeklemeye çalışıyor. Bunu teşhir etmek bizim görevimizdir, ama burjuvazi böyle kullanıyor diye onu kullanmaktan vazgeçecek değiliz. Önemli olan bizim o kavrama hangi muhtevayı yüklediğimiz ve biz onu kullandığımızda kitlelerin o kavramdan ne anladığıdır.
Özlem: Senin anlattığını tamamlayıcı olarak Devrimci Sol dergisinde yapılmış bir tanım vardı, onu aktarayım ben de isterseniz. “Bugün bizler açısından şehitliğin tanımı devrimin, inançların, haklı bir davanın ölümüne sahiplenilmesidir.”
Bu tanımı aldığım Devrimci Sol’un 1998 Mart’ında çıkardığı 9 no’lu özel sayıdan yazının altbaşlıklarını sıralamak istiyorum. Sanırım bu başlıklar iyi bir özet yerine geçecektir.
Şehitlik Çoğalmaktır.
Şehitlik Yeni Değerler Kazandırmaktır.
Şehitlik Okuldur. Savaşı, Kuralları, İlkeleri Öğretir.
Şehitlik Halka Güven Vermektir.
Şehitlik Ölümün Sıradanlaştırılmasıdır.
Şehitlerimiz Partili Kişiliğe Çağrıdır
Kemal: Aslında Özlem’in saydığı bu başlıkların her biri uzun uzun açılabilir. “Şehitlik halka güven vermektir” diyor mesela. Burada yok dini anlamıydı falan diye tartışmanın anlamı yok. Bu çok açık biçimde politik bir işlevdir. Politik mücadelenin tartışılmaz bir gereği dile getirilmektedir burada.
Bir hareket, kitlelere mücadele için, direniş için, savaş için çağrı yapar ve çağrılarına katılan kitlelerin kendi örgütlülüğü içinde toplanmasını amaçlar değil mi? Peki bir hareket halka güven vermeden bunu sağlayabilir mi? Soruya devam ediyorum: Bir hareket, kitlelere çağrısını yaptığı şeyi kendisi hayata geçirmezse, güven sağlayabilir mi? Somut olarak; faşizme karşı diren diyorsun; peki sen direnmezsen, çağrın etkili olabilir mi, çağrın inandırıcı olabilir mi? İşte bu noktada faşizme karşı direnişte, ya teslim olmak, ya ölüm seçeneğiyle karşılaşmak dünyanın her yerinde büyük ihtimaldir.
O zaman “ben ölmeye de öldürmeye de karşıyım” deyip teslim olursan, senin tüm politikaların, çağrıların çökmüş demektir. Tüm reformistlerin açmazı budur; faşizmin zulmü karşısında bırakın devrim iddiasını, ekonomik demokratik mücadelede bile sonuna kadar direniş ve mücadele anlayışına sahip olamazlar.Çünkü o muhtevada bir mücadele bile, gün gelir bedel ödemeyi önünüze çıkarabilir.
Şöyle toparlayabiliriz bu söylediklerimi: Eğer sosyalist isek ki devrim için savaşmayana sosyalist denmez ise bir savaşın içindeyiz demektir. Savaşta ise, ölüm bir ihtimaldir. Önce bunu tespit etmeliyiz. Ölüm ihtimalini dışlayan bir devrim savaşı yoktur. Bu da aslında, oligarşinin, emperyalizmin izin verdiği sınırlar içinde bir mücadele veya onun icazetinin dışında bir mücadele tercihiyle belirlenir. Dünyanın neresinde olursa olsun, sömürücü egemen sınıfların iktidarını yıkmak için mücadele edenler, her zaman “ölüm” bedelini ödeme ihtimaliyle karşı karşıyadırlar. Silahlı mücadelenin temel alınması veya bir Sovyetik ayaklanma stratejisinin temel alınması, bu ihtimalideğiştirmez. Her halükarda, eğer devrim ve sosyalizm için mücadele ediyorsanız, mücadelenin bir noktasında bazen kitleler halinde bu bedeli ödemekle karşı karşıya kalınabilir.
O zaman sorun burada mücadele içindeki ölüme nasıl bir anlam yüklediğimizdir. Bir anlam yüklediğimize göre, onu bir kavramla da ifade edeceğiz demektir.
Peki buyur sen “islami” etkinin olmadığı bir kavram üret. Bu da yok. İşin gerçeği şu ki, böyle bir kavramın yokluğunu da hissetmiyorlar. Böyle bir kavrama ihtiyaç duymuyorlar. Neden? Çünkü, ne halk için, ne vatan için, ne devrim için, ne sosyalizm için ölmeyi düşünmüyorlar da onun için. Dediğim gibi sorun ölüme ne anlam yüklendiğiyle ilgilidir. Kendilerine ne ad verirlerse versinler, aslında geçen sohbetimizde de sözünü ettiğimiz “hiç bir düşünce uğrunda ölmeye değmez” kaba düşüncesinin savunucusudurlar. Böyle düşündükleri için de elbette bu kavrama karşı çıkıyorlar.
Bunu açıkça ifade eden bazı küçük burjuva sosyalist aydınlar var zaten. Ama açıkça ifade etmeseler de buna reformistlerin büyük kesimi de dahildir. Mesela ÖDP çevresi tipiktir. Geçmişlerinden dolayı, ister istemez şehitlikten, şehitlerden sözediyorlar. Fakat “risksiz devrimciliğin” teorisini yapan bir hareket, gerçekte artık şehitliğe inanmıyor demektir. Yani mücadele içinde ölüm gibi bir bedelin ödenmesi gerektiğine inanmıyordur.
Bizim için bu konuyu tartışmaya değer yapan da budur. Değilse, sadece şehitlik kavramı üzerine bir tartışma akademik bir tartışma olurdu ve biz de böyle bir tartışmaya girmeye gerek duymazdık. Bu tartışmada asıl mesele, sol adına, sosyalistlik, materyalistlik adına “şehitlik” kavramına yapılan itirazın arkasına gizlenen burjuva ideolojisidir.
Aslında çok gizli saklı da değildir; çünkü “kendini düşün, kendin için yaşa, kendin ol” deyip duran burjuva anlayışın tezahürüdür. Başka bir deyişle bencilliğin ve bireyciliğin vardığı nokta, idealler, inançlar, düşünceler için ölümü göze almayı reddetmektir.
Sıradan bir insan için ölüm mutlak bir son’dur. Böyle düşünen bir insan ölüme hiçbir anlam yüklemez. Onun için ölüm fiziki ve maddi olarak yok oluştur. Ürkütücü, acı verici bir son’dur. Devrimci için ise farklıdır, o aynı zamanda bir başlangıçtır. Peki neyin başlangıcı? Yeni isyanların, binlerin onbinlerin devrimcileşmesinin başlangıcıdır. Bu nedenle de devrimci için, savaşta kazanılmış bir mevzidir şehitlik.Bizi özellikle bu ölüm oruçları sürecinde “ölümseverlik”le, “ölümü kutsamak”la suçlayanlar çok oldu hatırlarsınız. Oysa bütün mesele, ölüme, mücadele içindeki, düşünceleri, inançları savunurken karşı karşıya gelinen bir ölüme ne anlam yüklendiğidir. Yani aslında mesele, YAŞAMA ne anlam yüklendiğidir. Yaşamına bir anlam yüklemeyenlerin düşüncesinin doğal sonucu, ölümüne de bir anlam yüklememektir. Ne için yaşar insan? Bu soruya verilen cevap, ölümün toplumsal veya bireysel anlamını da belirler. Bir insan sadece “kendi” için yaşıyorsa, onun hayatta yaptığı her şey, burjuvazinin empoze ettiği gibi sadece “ben”i içinse, doğrudur, onun için ölüm mutlak birsondur. Ondan sonrası onu hiç ilgilendirmez. Çünkü zaten ölümden öncesi de kendisinden başka kimseyi ilgilendirmemiştir.
Ölüm orucu şehidi Serdar Demirel, bunu son mektuplarından birinde çok güzel ifade etmişti: Şöyle diyordu: “Doğumdan ölüme kadar bir zaman dilimi içinde nefes alıyor ve bu dünyayı terk ediyoruz. Burada bir insan için en önemli şey; nasıl yaşadığıdır. Bir insana yakışan vicdan rahatlığı varsa, mutlaka o insanın izi de kalır. Ki, ismi çok önemli değil, yaptıkları ile insanlığa, ezilen halklara bir şeyler katabilmişse… izi budur. Yitip giden için de bu yeterlidir.”
Özlem: Bu anlayış hep geçerli olsaydı, dünya tarihi ne kadar kuru olurdu değil mi? O tarihte ne Brunolar, ne Bedreddinler, ne Pir Sultanlar, ne Spartaküsler, ne Mahirler… hiçbir şey olmazdı. Nazi ordularının karşısına çıkacak kimse de bulunmazdı o tarihte. Tabii Kızıldere’ler, 17 Nisanlar, ölüm oruçları da…
Mazlum: Burjuva ideolojisinin karşı ucu gibi görünüp “şehitliğe” itiraz eden kaba metaryalizm de aslında tarihin inkarıdır. Çünkü tarih, halkların değerleri uğruna savaşlarıyla yazılmıştır. Kaba mater yalist ve nihilist kültürden beslenen bu anlayış, sadece şehitliği değil, mesela kahramanlık, bağlılık, vefa, fedakarlık, hatta ve hatta onur, namus, adalet gibi kavramları bile soyut bulur. Onların “komünistliğinde”, “sınıf bilinci”nde bu kavramlara yeryoktur. Aslında reddettikleri bu kavramlar da bir şekilde sınıflar mücadelesi içinde bir muhteva kazanırlar ve sınıf bilincinin bir parçası haline dönüşürler.
Kitleler için “sınıfsız toplum” soyuttur; ama adalet, namus, vatan somuttur. O adalet için savaşır. Namusu için yaşar. Adaletin ve namusun sınıfsız toplumla aynılığını, özdeşliğini göstermek de işte bu mücadele içinde olur.
Bu mücadele içinde halktan öğrenmesini, halktan almasını bilmeyenler, halka bir şey de veremezler.
Şehitlik savaşan bir halkın, savaşan bir hareketin değeridir… Teslimiyeti seçenlerin, burjuvazinin düzeni içinde yaşamayı tercih edenlerin ilk yapmak zorunda oldukları, şehitlere ihanettir. Giderek şehitlik kavramını literatürlerinden silmektir. Çünkü inançları uğruna dövüşenler, inançları uğruna ölenler, onlara her zaman rahatsızlık verecektir. Özellikle düzeni tercih ettiği halde, sosyalist, komünist, devrimci sıfatını kullanmaya devam edenler, daha da fazla rahatsız olur bu kavramdan. Çünkü her şehit, onların devrim mücadelesindeki kaçkınlıklarını, riyakarlıklarını teşhir eden bir gerçektir.
Devrim ve sosyalizm mücadelesi, şiddeti, dolayısıyla ölümleri içermeyen “bir mücadele olsaydı… Ama tarih ve sınışar mücadelesi “keşke”lerle, “eğer”lerle belirlenmiyor. Kendi kuralları var. Sınışar mücadelesinde, burjuvaziyle proletaryanın, kapitalizmle sosyalizmin savaşında, proletaryanın iktidarı ele alması “kanlı” oluyor. Kanını dökmeyi, yani şehitlikleri göze almayan hiçbir devrimin zafere ulaştığı görülmemiştir. Bu noktada elbette burjuva bencilliğini, bireyciliğini aşabilenler, böyle bir devrimin bir parçası olabilirler.
Eski bir şarkı vardır : “Biz görmesek de sen görürsün yavrum , mutlaka” diyeydi yanlış hatırlamıyorsam. Aslında ne güzel bir özet. Bireyi teorileştiren ve kutsallaştıran küçükburjuva aydını ne der bunun karşısında:“Devrimi, sosyalizmi ben görmeyeceksem, bana ne.”
Kemal: Görüldüğü gibi, “şehitlik”, “ölüm” tartışmasında tartışılan iki farklı dünya görüşü ve o görüşlerin politikalarıdır. Hatırlayın, ölüm orucu sürecinde “şurada ölünür, burada ölünmez” diye çeşitli yazılar çıkmıştı. Mesela hatırladığım biri Cumhuriyet yazarı Oktay Akbal’dı; işgal karşısında vatanı savunmak için ölünür, ama hapishanelerde ölmeye karşıyım diyordu. En azından “vatan uğruna” ölünebileceğine inanıyor, bu da bir şey; ama bizim direnişimizin aynı zamanda vatan savunması olduğunu görmüyor. Bir Evrensel yazarı da benzer bir yazı yazmıştı: Onunki çok çarpıcıydı, ve reformizmin bu konuda nasıl bir açmaz içinde olduğunu açıkça gösteriyordu: O da diyordu ki, “emperyalist işgale karşı savaşırken ölünebilir, bir yoldaşını kurtarmak için insan kendini feda edebilir…” 19 Aralık saldırısında yoldaşlarının önüne barikat olmak için ölmemiş miydi direniş şehitlerinin bazıları. Ölüm orucu direnişçileri, emperyalizmin ve oligarşinin halka karşı saldırısının karşısında bir barikat değiller miydi?..
ÖDP’liler hatırlarsanız, “solun kültüründe böyle bir şey yok” diye eleştirmişlerdi feda eylemlerini. Halkların direnişine dair ansiklopediler dolusu böyle örnekler var oysa ki. Ki o tarihte sadece savaşçıların, militanların değil, kitlelerin binler, onbinler halinde kendini feda edişlerinin görkemli örnekleri vardır. Onurlarıyla, namuslarıyla, özgür yaşayabilmek içindir tüm bu kitlesel fedalar. Başlarındaki faşist zorbaları, sömürücü ağaları, beyleri defetmek içindir.
Dolayısıyla, sol adına, sosyalistlik adına mücadelede bedeller ödenmesine, can verilmesine, yani başka deyişle şehitliğe karşı çıkılmasının gerçeği çarpıtmaktan başka yolu yoktur. Mesela bunlardan biri de şöyle yazıyordu:
“Tarih boyunca, kahramanların feda ettiği canların zorbalığı ya da sömürüyü durdurduğu görülmemiştir çünkü. Halbuki kitleler tarih sahnesine çıktığında, hep bir umut vardır…” Ne kadar kaba bir demagoji. Kitlelerin tarih sahnesine çıkması, çoğu zaman öncülerin can bedeli, fedalarla, kahramanlıklarla açtığı yoldan olmamış mıdır? Dahası, kitleler tarih sahnesine çıktığında da sonucu belirleyen kitlelerin can bedeli fedakarlıkları ve kahramanlıkları olmamış mıdır?
Tarihsel materyalizmi ve bizzat tarihin kendisini reddetmeden, halkların ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerindeki feda, kahramanlık, şehitlik gibi değerleri reddetmek mümkün değildir. Bunların reddedildiği bir devrimcilik olsa olsa “tatlı su devrimciliği” veya eski deyimle “salon sosyalistliği”dir.
36 yıldır, bedeller ödeyerek savaşıyoruz. Her şehidimiz yeni değerler katıyor halkın mücadelesine. Halka bilinç, güven taşıyor. Ve yukarıda dediğimiz gibi, onlarla çoğalıyoruz. Eğer bugün devrimci hareketin yeri, farklıysa, iddiası büyükse, kararlılığı tartışılmazsa, eğer bugün bu hareket yenilmez bir hareket olmuşsa, bunda savaş gerçeğine göre donanmış bir hareket olmasının, böyle bir harekete can veren şehitlerimizin payı belirleyicidir. Bizim yaşamımızın anlamı olduğu kadar ölümümüzün de bir anlamı var. Bu anlam, toplumsal olarak bıraktığımız izler ve değerlerin toplamıdır. Bu izler ve değerler teorik, pratik, kültürel hayatın her alanında bizi donatacak kadar kapsamlıdır. Bu anlamdadır ki, şehitlerimizi biz asla geçmiş olarak değil, hep geleceğimiz olarak gördük.