Canım arkadaşım, şimdi kaderini adaletsiz yargılamalarla hapsedilen ve hapishanelerde insanlık dışı koşullara mahkûm edilmek istenen siyası tutukluluğun kaderine kopmaz bir bağla bağladı.
“İçimdeki gerçek için (ölüyorum), onu ancak ölümle kanıtlayabilirim”
Bu satırlar, Umberto Eco’nun Gülün Adı kitabında, doğru bildiklerinden vazgeçmediği için yakılarak öldürülen Rahip Michele karakterine ait. Yakılmasından kısa bir süre önce, kendisine inandıklarından vazgeçmesini öğütleyenlere söylüyor bu sözü.
Bugün, iki genç insan hepimizin içindeki gerçek için sonunda ölüm olan bir yolculuğa çıktılar. İnsanlık onurumuzu kıran, bizi çaresiz bırakan adaletsizliklere karşı ömürlerine değer biçtiler. Sibel Balaç ve Gökhan Yıldırım’dan* bahsediyorum. Ortaçağ’dan değil, bugünden, yanıbaşımızıdan sesleniyorlar bize. Seslerini duymak ve duyurmak, değerli yaşamlarına sahip çıkmak hepimizin sorumluluğu.
Belki de bize Ortaçağ’dan daha uzaklar. Biri Sincan, diğer Tekirdağ F Tipi Hapishanesi’nde. Ağır tecrit altındalar. Ama zihninizin ve kalbinizin onlara açık olduğunu biliyorum. Bu inançla size sevgili dostum Sibel’i anlatmak istiyorum.
Sibel Balaç Yüksel Caddesinde, İnsan Hakları Anıtının önünde başladığımız KHK’lara karşı ekmek mücadelemizde en başından beri yanımızda olan devrimci bir öğretmen. Biz Semih’le açlık grevine başlayıp da tutuklanınca, yaşadığımız adaletsizliklere sessiz kalmadı.
Şimdi onu anlatma, onun haksızlığa gelemeyen kalbinin sesi olması sırası bende. Sibel, Tekirdağ Malkaralıdır. Ankara Üniversitesi Zihin Engelliler bölümünden mezun. 33 yaşında. Onunla kamu emekçilerinin iş güvencesiyle ilgili Ankara’da sabahladığımız bir eylemde tanıştığımızda, Antalya’da bir devlet okulunda zihin engelliler öğretmeni olarak çalışıyordu. Çok okuyan, entelektüel merakları ve sade bir yaşantısı olan genç bir öğretmendi.
Bir eylemde birlikte sabahlamak az şey değildir. Polis saldırısı tehdidi altında yanınızdaki insanlarla kader birliği içinde olduğunuzu hissedersiniz. Siz artık aynı amaç için evden çıkmış, kilometreler yapmış, uykusuz kalmış, sizin için endişelenen evdekileri geride bırakmış ve bir araya gelmiş insanlarsınızdır. Yüksel Caddesinde, Mülkiyelilerin köşesinde sabahladığımızda o gün biz de öyleydik. O gün Sibel’le arkadaş olduk. Kendimi ona yakın hissettiğimi net olarak hatırlıyorum. İnsana güven veren sakinliği ve doğallığı, yanında rahat hissetmemi sağlamıştı.
Aradan bir ya da bir buçuk yıl kadar bir zaman geçti. Tekrar bir eylem için –bu kez İstanbul’da- buluştuğumuzda artık yakın iki arkadaştık. OHAL ilan edilmişti, ben açığa alınmıştım. Kamu Emekçileri Cephesi’nin “OHAL’inizi tanımıyoruz. İş Güvencemiz İçin İstanbul’dan Ankara’ya Yürüyoruz” şiarıyla düzenlediği eylemdeydik. Kartal’dan Gebze’ye kadar bir gün boyunca aralıklarla yürüdük. Birlikte sınırlarımızı zorladığımız ilk deneyimimizdi bu. OHAL kuşatması altında yollara düşmüş; cesareti, korkuyu, safça sevgiyi, güveni paylaşmıştık. Bugünden bakınca, birlikte yürüdüğümüz yolun taşlarından birini bu eylemde koyduğumuzu görüyorum. Artık yoldaş olmuştuk.
Sonrasında, ikimizin de hayatını derinden etkileyecek olayları yaşayacağımız günler geldi. Yüksel’de “işimizi geri istiyoruz” eylemine başlayacağımı ona söylediğimde çok heyecanlandı. O zaman Antalya’da çalışıyordu. Ama mesafeleri, koşulları zorlayarak yanımda olacağını biliyordum. Benim gibi hissediyordu. “Haksızlık varsa direnmek haktır” diye düşünüyordu. Ama’ları, ancak’ları yoktu. O zaman ne tür çelişkiler yaşadığını görmeyecek kadar direnişe odaklıydım, büyük olasılıkla ama uğradığım onur kırıcı saldırının niteliğini aynı şekilde kavradığımızı görüyordum.
Sibel direnişin ilk aylarında hafta sonları Antalya’dan çıkıp geliyordu. Yüksel Direnişinin henüz bir adının bile olmadığı, sınırlı sayıda insanın emeğiyle sürdürüldüğü günlerdi. O günlerde onun gelişi en çok ‘güven’ demekti benim için. Bazen onca yolu sadece yirmi dört saati bizimle geçirmek için gelirdi. Ne parayı, ne zamanı, ne yolu, yorgunluğu dert ederdi. Yanımızda olmak gerektiğini düşünüyordu. Yanımızda olmak istiyordu. Ve yaptığı hiçbir şeyi fedakârlık olarak görmüyordu.
Biz açlık grevine başlayıp tutuklandıktan sonra evle iş arasında devam eden hayatını sürdüremeyecek kadar çok aklı ve kalbiyle direnişteydi. Bir devlet okulunda sürdürdüğü öğretmenlik görevinden istifa etti. Yüksel Direnişinin tam zamanlı emektarı oldu. En küçüğünden en büyüğüne bütün işlerin ucundan tuttu. Sesimizi duyurmaya çalıştı. Alanda sabahladı. Gazetecilerle görüştü, basın bültenleri yazdı. Onca koşturmaca arasında hep okudu ve üretti. Açlığın ağırlığını pek çok insan gibi hissettiğine kuşku yok ama onda hep daha fazlasını gördüm: Birlikte başaracağımıza inanç, sorumluluk yanı ağır basan bir sevgi.
Sibel, 2018 yılının Aralık ayına kadar Yüksel Direnişine ve başka ‘işimi geri istiyorum’ direnişlerine emek vermeyi sürdürdü. Aralık’ta, ‘öğretmenlik görevinden istifa ettiği halde işimi geri istiyorum direnişlerine katıldığı’ gerekçesiyle tutuklandı. Artık kimsenin yabancısı olmadığı adaletsiz bir yargılamayla sekiz buçuk yıl ceza aldı. Hapishanede tutulduğu 3 yıl 2 ay boyunca görüşçüsünü olmasını istediği hiçbir kişi Sincan Hapishanesi tarafından onaylanmadı. En son bir öğrencisinin velisi görüşçü olmak istediğinde kadının ve köydeki ailesinin evine jandarma gönderip korkutmaya çalıştılar insanları. Görüşçülerini kabul etmeme gerekçesi olarak, görüşçü olmak isteyen kişilerin sosyal medya paylaşımlarını gösterdiler. Bu kişilerin paylaşımları dikkate alındığında, Sibel’in ıslah olmasının önünde engel olacaklarını söyleyecek kadar pervasızlaştılar. Hapishanedeki insan onuruna aykırı uygulamalara karşı çıktığı için sayısız kez hücre cezası verdiler. Neredeyse tutukluluğunun dörtte birini hücrede geçirdi.
Canım arkadaşım, şimdi kaderini adaletsiz yargılamalarla hapsedilen ve hapishanelerde insanlık dışı koşullara mahkûm edilmek istenen siyası tutukluluğun kaderine kopmaz bir bağla bağladı. Bunu son derece doğal bir şekilde yaptığını biliyorum. Fedakârlık yapar gibi değil. Ya da kendinden verir gibi…
Onu üç yıl iki aydır görmedim. Tutuklanmasından bu yana mektuplarla sohbet ediyor, birbirimizi fotoğraflardan görüyoruz. Elimde Sincan Hapishanesinin havalandırmasında çekilmiş bir fotoğrafı var. Ama onu düşündüğümde, gözümde hep, soğuk Ankara sabahlarında Yüksel Metrosundan çıkmış anıta doğru yürürkenki hali canlanıyor. Kulağımda ise bana bir yıl önce yazdığı bir mektuptaki şu satırları. Şimdi sözü ona bırakıyorum:
“Yine haberleri izleyip geldim, migrenim tuttu. Etkilenmemek elde değil. Bir anne anlatıyor yavrusunun selde nasıl elinden kayıp gittiğini… Yangın, salgın, sel… Hepsinin sebebi ortada. Bir de bize diyorlar ki ölümü seviyorsunuz, kutsuyorsunuz. Sanki ölüm bulunmaz bir şey. Ölüm en ucuz şey bu ülkede, seç beğen al. Biz yaşamayı seviyoruz. Halkımız da öyle. İnsanca yaşamak istiyoruz. En yaşama sevinci ile dolu olanlarımızı uğurladık. Ölümü sevdikleri için değil. Azrail’in yakasına yapışıp ‘neden halkımızın canını alıyorsun, ölüm yoksula neden bu kadar ucuz’ demek istedikleri için belki de. Ödenecek bedelleri seçilebilir korkular olarak insanların önüne koyup ‘bunları seçmeyin sakın ha’ diyorlar. Oysa ömürler korkarak geçiyor. Sınav korkusu, işsiz kalma korkusu, çocuklarına ekmek götürememe korkusu, kocadan, babadan dayak korkusu…” (NG/AS)
* Sibel ve Gökhan adaletsiz yargılamalara ve hapishanedeki hak gasplarına karşı 10 Mart 2022 tarihi itibariyle 82/78 gündür ölüm orucundalar.