21 Ekim’de 4. kez hakim karşısına çıkacağım… Yüksel Direnişi’nin ilk günlerinde yazdığım günlüklerden birinde şöyle bir çağrı yaptığımı hatırlıyorum: ‘’Gelin, yanıma gelmeye çekinirseniz uzaktan bir göz kırpsanız da olur.’’
Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde [1], insanın önüne çıkan seçeneklerden şunu değil de bunu tercih etmiş olsaydı hayatının ne yönde akacağını asla bilemeyeceğini söyler. Öyle değil de böyle yaparsın ve artık geride kalana bakmanın anlamı yoktur. Diğeri bir seçenek olmaktan çoktan çıkmıştır. Yani her zaman tek şansımız var ve diğerini seçmenin yol açacağı sonuçları asla bilemeyeceğiz.
AKP, pek çok insanı, birbirinden oldukça farklı sonuçlar yaratacak ‘’tercihler’’ yapmaya zorladı. İşlerinden atılan kamu emekçileri, yurtdışına gitmekle ülkede kalmak arasında, Meriç’te boğulma ihtimali ile tutuklanma ihtimali arasında, sokağa çıkmakla çıkamamak arasında, yaşadığı yeri terk etmekle ‘’terörist’’ damgasından kurtulma ihtimali arasında, hayatına son vermekle her şeye rağmen yaşamayı sürdürmek arasında, gerçekleri söylemekle susmak arasında tercihler yapmak zorunda kaldılar. Daha doğrusu, kaldık. Bazı tercihler yaptık ve sonuçlarını yaşıyoruz. Bunu değil de diğerini tercih etseydik ne olacağını asla bilemeyeceğiz.
Sokağa çıkmasaydım ne olurdu, bilmiyorum. Bildiğim, hayatımın çok farklı bir seyrinin olacağı ve bugün olduğumdan bambaşka biri olacağım. Ve kesin olarak bildiğim bir diğer şey: Şu anda bir hapishanede böyle bir yazıyı kaleme almıyor olacaktım.
İnsan, çok kez, ‘’öyle değil de böyle yapsaydım’’ diyor hayatta. Ben de hayatımın büyük tercihini yaptığımdan bu yana çok şey için söyledim bunu. Doğru olanı yaptığımdan emin olamadığım zamanlar da oldu, yanlış yaptığımı kesin olarak bildiğim zamanlar da. Yanlışın bedelini ödemem gerekti, ödedim. Ve ‘’düşünmesini ve yaşamasını bilen biri için hiçbir şey boşuna yaşanmamıştır’’ sözünün hayattaki karşılığını yaşayarak öğrendim. Artık olması gerekenle benim yaptığım arasındaki farkı daha az acıyla, daha çok metanetle karşılıyorum.
Son beş yılda yaptığım temel tercihleri ise hiç sorgulamadım. Eğer bundan beş yıl önce, bana, ‘’işimi geri istiyorum’’ dediğim için ödeyeceğim bedellerin bir dokümanını yapsalardı, muhtemelen evime geri dönerdim. Ama bu, insana, doğduğu anda hayatı boyunca yaşayacağı acıları bir bir anlattıklarında, geldiği yere geri dönmek istemesi kadar doğal olurdu.[2]
Oysa insan, yaparak, hayata etki ederek, tercih ederek ve tercihlerinin bedelini ödeyerek insan oluyor. ‘’İnsan bir süreçtir ve tam olarak kendi eyleminin sürecidir’’ dediği gibi filozofun. Yani tercihlerimiz bizi ‘’biz’’ yapıyor. Ve ben bugün olduğum kişi olarak, ‘’iyi ki’’ diyorum bir kez daha.
Ya kaderimi elime almasaydım?
Ya kendi kaderimi, KHK ile işlerinden atılan ve adaletsizliğe uğrayan diğer insanların kaderine bağlamasaydım?
Ya kendimi her gün bu kavganın içinde yeniden yaratmasaydım da bireysel trajedim içinde debelenip dursaydım?
Kasım 2016’da direnişe başlarken çok şeyden korktuğumu hatırlıyorum. Gözaltına alınmaktan, tutuklanmaktan. Ve ilk elde aklınıza gelebilecek diğer şeylerden. Ama korkularım ne denli büyük olursa olsun, içimdeki, ‘’bize bunu yapamazlar’’ diyen sesi susturamıyordum. O günlerde, bu sesin beni ‘’tutsaklıktan özgürlüğe’’ çağıran olduğunu bilmiyordum. Şimdi geriye dönüp bakınca, bugün beni ben yapan şeyleri, o sesin kaynağı üzerinde yeniden inşa ettiğimi görüyorum.
2016 yılının Kasım ayında ‘’Yeni Hikayeler Yaratma Sırası Bizde’’ başlığıyla Eğitim ve Bilim emekçilerini saldırılar karşısında birlikte mücadele etmeye çağıran bir yazı yazmıştım. ‘’Tarih bizi sahnesine davet ediyor’’ [3] diyordum. ‘’Sahnenin ışıkları giderek ve daha çok bizi gösteriyor. Köşelere sinip saklanacak mıyız yoksa ‘buradayız’ diye avazımız çatlayıncaya kadar haykıracak mıyız?’’
‘’Geleceğin öğretmenleri, akademisyenleri bizim yaratacağımız yeni hikayeleri bekliyor. Dövüşenlerin hikayelerini. Belki yenilenlerin ama asla teslim olmayanların hikayelerini bekliyorlar.’’
Bir yerde ‘’gölgede savaşma’’ metaforunu kullandığımı hatırlıyorum. Perslere karşı savaşan Spartalıların bilinen sözünü yazmıştım: ‘’Perslerin okları, tüm gökyüzünü kaplayacak kadar çok olursa… o zaman biz de gölgede savaşırız.’’
O günlerde gölgede savaşmak benim için, daha az hayatla sınanmış gerçek, daha çok metafordu. Bugün tam tersi. Ve şu anda bu metaforu karşılayan gerçeğe en çok yakışan yerden diyorum: Hikâyemiz yazılmaya devam ediyor.
Son söz:
21 Ekim’de 4. kez hakim karşısına çıkacağım… Yüksel Direnişi’nin ilk günlerinde yazdığım günlüklerden birinde şöyle bir çağrı yaptığımı hatırlıyorum: ‘’Gelin, yanıma gelmeye çekinirseniz uzaktan bir göz kırpsanız da olur.’’
Çünkü insan, doğru olanı yaptığını bilse de, haklı olduğundan emin olsa da, kendini son derece meşru hissetse de, yalnız olmadığını bilmek istiyor.
İçten sevgilerimle, en derin saygılarımı gönderiyorum.
Umut ve bağlılıkla.
1- Yazıyı kaleme alırken, Kundera’dan mealen aktardığım sözlerin adı geçen kitapta geçtiğini düşünüyordum. Yazıyı postaya vermek üzere olduğum şu anda yanılmış olma ihtimalim bana oldukça yüksek görünüyor. Eğer öyleyse yanlış bilgi için özür dilerim.
2- Psikanalizin temel tezlerinden birinin ruhuna rahmet okutmuş olabilirim. Teşbihte hata olmaz diyelim.
3- Yazı elimde yok. Hafızamda kaldığı kadarıyla yazdım. Ama içimden bir ses, aslına sadık bir aktarım yaptığımı söylüyor. Aradan geçen beş yıldan sonra yazıyı bu kadar net hatırlamam bana ilginç göründü. (Tabii yanılmıyorsam 🙂 )