(Mezopotamya Ajansı’ndan Zemo Ağgöz’ün TTB Merkez Konseyi Başkanı Şebnem Korur Fincancı ile pandemi konusunda yaptığı, Artı Gerçek’te yayınlanan röportajdır)
Pandemiye neden olarak görülen kapitalizm koşullarında gerçekleşen sömürü ve tahakküm ilişkilerinin insan sağlığı üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu sömürü yalnızca insanın değil, aynı zamanda doğanın ve doğadaki tüm canlıların sömürülmesi
anlamına geliyor. Geçtiğimiz günlerde, vizonların üretildiği bir şehirde bir anda başka bir mutasyon
ortaya çıkmasıyla beraber insanlık, burada üretilen vizonları katletme kararı aldı. Dolayısıyla doğal
ortamlarından alıp kendi çıkarımıza göre kullandığımız diğer canlılar, doğal ortamlarını yok etme
sonucunda doğal ortamlarını terk ederek, insanlarla daha fazla iç içe yaşamak zorunda kalan canlılar da
doğal ortamın tahribatıyla ortaya çıkan susuzluk, temiz havanın yok olma süreçlerinin her biri
kapitalizmin sömürü çarkının bir parçası. Bu da karşı karşıya olduğumuz bu küresel salgın dışında başka
küresel salgınları da göğüsleyecek olmamız anlamına geliyor. Eğer böyle bir sömürü sürdürülürse ve
doğayı daha fazla tahrip etme davranışıyla karşı karşıya olursak ki kapitalizmi değiştirmeden yani bu
ekonomik sistemi ortadan kaldırmadan bu sömürüyü sonlandırabilmek, sömürü sonlanmadıkça da
dünyanın, doğanın ve doğadaki canlıların sağlıklı ve güvenli ortamlarda yaşamasını olanaklı kılmak çok
görülmeyecek. O yüzden zaten başlı başına içinde yaşadığımız doğayı tahrip ederek, bu sömürüyü
derinleştiren kapitalizm, tüm canlıların sağlığını bozuyor. Dolayısıyla bu sömürü sona ermeden bizim
sağlıklı kalabilmemiz de olanaklı değil. Zaten bu sömürü düzeni; üretim devam etsin, artı değer biriksin
ve kar artsın diye yaşayacak kadar sağlıklı kalabilmemize izin veriyor.
‘EGEMENLER SALGINDA BİLE KENDİ KARINDAN ASLA VAZGEÇMEDİ’
Yaşayacak kadar sağlıklı kalabilmemize izin veren” bu sistem, geçen bir yılda salgınla mücadele konusunda nasıl bir yol aldı?
Küresel salgının başlamasıyla birlikte atılması gereken temel adımlar vardı. Özellikle insanların toplu
bulunduğu alanların kapatılması gerekirdi ama bunu tüm ülkeler son derece sınırlı yapabildi. Bunun
sonucunda da bir yıla ulaşan bir küresel salgınla hayatta kalmaya çalışan insanlar ve onun ötesinde ne
yazık ki hayatta kalamayan, kaybedilen insanlarla karşı karşıya kaldık. İnsanlar çalışmaya, toplu alanlarda
bulunmaya, toplu taşımalara binmeye zorlandılar. Bu koşullarda da hastalığın yaygınlaşması ve bu
hastalık sonucu ortaya çıkan sağlık sorunlarını gidermek için başvurulan sağlık kuruluşlarının
yoğunluğuyla birlikte, hastalıkla daha fazla karşı karşıya kalan sağlık çalışanlarının yüksek ölümleriyle
yüzleşmek zorunda kaldık. Geçen bir yıl içinde yalnızca Türkiye’de değil dünyanın her yerinde salgını
yönetememe hali vardı. Bu tam da kapitalizmin bize bu sömürüde hayatta kalacak kadar olanak tanıması
ve sınırlarımızı kendi kâr alanlarını büyütecek kadar bizi daha da daraltacak biçime dönüştürmesiyle
ilgili. Egemenlerin, kendi kârından asla vazgeçmediği gibi bu dönemi de fırsata çevirerek kendi kârını
arttırması da söz konusu oldu. İşin bir başka boyutu ise ne yazık ki dünyada neo-liberal sistemin dayattığı
bir sağlık sistemi kurulmuş olması. Sağlığı piyasaya açma yaklaşımı üzerinden 30 yıldan fazla bir zaman
geçti ve bunun yarattığı tahribatı küresel salgında hep beraber ne yazık ki insan ölümleriyle deneyimledik.
Ama bu hiç de bir değer olarak düşünülmüyor. Çünkü üretim sürdüğü ve kâr etmeye devam ettikleri
sürece bu sistemi de sürdürme kararlılığındalar.
ÖZEL HASTANELER ADIM ATMADI
Özelleştirilen sağlık hizmetleri birçok ülkeyi bir pazar aracı haline getirdi. Salgın sürecinde özellikle İspanya çok konuşuldu ve bazı sağlık kurumları yeniden kamulaştırıldı. Sağlık alanının
özelleştirilmesi, Türkiye’de salgınla mücadeleyi nasıl etkiledi?
Türkiye’de özel hastaneler başta pandemi hastanesi olarak ilan edildi ve Sağlık Bakanlığı, herhangi bir
ödeme yapılmayacağına dair genelge de yayınladı. Ancak daha sonra bu açılma politikaları, ekonomiyi de
destekleme ve ulusal çıkar tanımlamasıyla beraber bu genelge sanki yokmuş gibi bir duruma
dönüştürüldü ve genelge unutuldu. Aslında o genelge üzerinden başka bir genelge çıkmış değil
dolayısıyla özel kurumların da pandemi hastanesi olarak kullanılması ve herhangi bir ücret alınmamasına
dair düzenleme devam ediyor. Fakat özel hastaneler bununla ilgili bir adım atmadılar. Aslında bir kısım
daha küçük ölçekli özel hastaneler, sorun yaşadıkları için kamulaştırılsın diye devletin gözünün içine de
baktılar. Sonra tekrar genelge hatırlatıldığında birtakım adımlar atıldı. Özelleştirilmiş bir sağlık
sisteminde çok ciddi sorunlar yaşanılacağı muhakkak. Bu aynı zamanda sağlık hizmetinde bir ayrımcılığa
da yol açıyor. Çünkü özel hastanelerden hizmet alabilecek durumda olanlar yoğun bakım yatağı
bulabilirken ya da hastanede yatıp en azından hastalık sürecini izlem altında geçirebilirken; bu olanaktan
yoksun olanlar, kamu hastanelerindeki yoğunluk nedeniyle evlerinde takip edilmek zorunda kalıyorlar.
Pandeminin başında tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de bir kriz yaşandı ve tüm toplumsal yaşam
alanını etkiledi. İktidar “yeni normallerden” söz etti ve adeta tüm sorumluluk halka yüklendi.
İktidarın salgın politikası geçen bir yıla bakacak olursak nelere yol açtı?
Doğru bir kapanma stratejisi izlemediler. Hele ki üretimin devam ettiği koşullarda çalışanlar, hem toplu
olarak bulundukları fabrikalar ve atölyelerde bu hastalığı daha fazla aldılar hem de kullanmak zorunda
kaldıkları toplu ulaşımlarda virüsle kaçınılmaz olarak daha fazla karşılaştılar. Aldıkları bu virüsü eve
taşımaları, evde de hane halkını bu virüsle enfekte etmeleri doğal bir sonuç. Dolayısıyla burada bireysel
bir sorumluluktan değil merkezi bir sorumluluktan söz etmek mümkün, bunu önlemediler. Kendi
açıkladıkları verilere göre dahi 20 bine dayanmış ölüm sayılarıyla bunların önemli bir kısmının
önlenebilir olduğunu göz önünde bulundurmak gerekiyordu. Bir filyasyon mekanizması işletilmiş olsaydı
sıfırıncı vakaya kadar ulaşma imkânımız olacaktı. Dolayısıyla hastalık yayılmadan önlenebilecekti. Oysa
bu yoğunluk nedeniyle temaslı taramalara bile yetişemediklerini biliyoruz. Önlenebilir ölümlerle karşı
karşıyaysak bir yaşama hakkı ihlalinden de söz etmek mümkün.
SINIF EŞİTSİZLİĞİ DERİNLEŞTİ, AĞIR YOKSULLAŞMA SONUCU GÖÇ BAŞLADI
Dünya Sağlık Örgütü, Covid-19’u pandemi olarak ilan etti. Siz de TTB olarak bazı
açıklamalarınızda “sindemi” kavramını birçok kez kullandınız. Bölge illerinde sağlığa erişim
konusunda yaşanan sıkıntılar, sindemiyi tarifliyor mu?
Sindemi; ekonominin yanı sıra özellikle sağlık kurumlarının yapılanma biçiminden, insanların yaşadıkları
ortamdaki olanakların ve doğanın da dahil olduğu bir bütüncül bakış, bunların her birinin etkisi başka ek
sağlık sorunlarının buna eklenmesi gibi bir değerlendirmeye işaret ediyor. O açıdan önemli. Biliyoruz ki
özellikle son yılarda daha da ağır bir biçimde sınıfsal eşitsizlikler bölgede de derinleşti. Bir çatışma
sürecinin devamlılığı aynı zamanda insanların kendi olanaklarıyla yaşayabildikleri koşulları da ortadan
kaldırdı. Yine yaylalara ulaşmayla ilgili sınırlamalar oldu. Temel geçim kaynakları olan hayvancılıktan
tutun ekin alanlarının tahribatına kadar pek çok sıkıntı yaşadılar ve bu ağır bir yoksullaşmaya neden oldu.
Bu ağır yoksullaşmanın sonucu insanların aynı zamanda yaşam ortamlarından zorunlu göçüne de yol açtı.
80-90’lara benzer şekilde göç yaşandı. Ayrıca uzun süren sokağa çıkma yasaklarının da bu göçte çok
büyük bir payı var ve daha görece büyük şehirlerde insanların çok sınırlı koşullarda, sınırlı olanaklarla
yaşamaya zorlanmasına neden oldu.
Kalabalık evlerde yaşamak zorunda kaldılar. Bu yaşadıkları işsizlikle birleşti. Çünkü büyük şehirlerde
işsiz bir çoğunluk ortaya çıktı. Bütün bunlar doğal olarak insanların aynı zamanda bu sindemi öncesi
sağlığını da bozan süreçlerdi. Çünkü zaten sağlığı ciddi şekilde etkilenmiş olan bu insanlar, çok ağır
koşullarda ucuz emek olarak kullanıldılar ve ağır sorguya maruz kaldılar. Ek hastalıklarının yanı sıra
yaşadıkları bu sınıfsal eşitsizliklerin ortaya çıkardığı sağlık sorunlarıyla beraber, küresel salgınla
karşılaşma bu insanların sağlığını daha da bozucu bir boyuta ulaştırdı. Bir de bunun yanı sıra sağlık
kurumlarına erişimle ilgili de sorun oldu. Özellikle kamu sağlık hizmetlerinin çöküşüyle beraber
insanların sağlık hizmeti alamadığı bir boyutta kaldı ve bu sorunu arttırdı.
Salgının başından beri tüm çağrı ve diyalog girişimlerinize rağmen Sağlık Bakanlığı sizinle temas
kurmadı ve önerilerinize başvurmadı. Bu durum nelere yol açtı? TTB’ye duyulan güveni nasıl şekillendirdi?
Türkiye’de salgının başında Sağlık Bakanlığı aracılığıyla turkuaz tablolar üzerinden sanki çok bilgi
paylaşılıyormuş gibi bir görüntü verdikleri için bir güven oluşmuştu. Ancak TTB’nin daha salgın
Türkiye’ye gelmeden önce başlattığı çalışmalarla birlikte bu turkuaz tablonun gerçeği yansıtmadığına dair
toplumla paylaştığı bilgiler ve gerçekler Sağlık Bakanlığı’na olan güveni adım adım sarstı ve onları
gerçekleri açıklamak zorunda bıraktı. Bu çok hoşnut olacakları bir durum değildi. Salgını yönetmeme
hallerini örtbas etme çabası görünür olunca bu görünürlüğü sağlayan sağlık, emek ve meslek örgütleriyle
ilgili de bir çalışma sürecini başlattı. Ama Sağlık Bakanları eskiden beri zaten TTB ile ilişkilerini çok
sınırlı tutar, zorlanmadıkça bir ilişki kurmamayı yeğler. Her dönem Sağlık Bakanlarından randevu istenir
ama Sağlık Bakanı ile görüşme sağlanamaz. Dolayısıyla bu bir iktidar davranışı. Böyle şekillenmiş bir
iktidardan başka türlüsünü beklememek gerekiyor. Burada önemli olan bizim sözümüzü bütün
şeffaflığıyla paylaşıp kamuoyunu bilgilendirme sorumluluğunu yerine getirmemiz. Her seferinde
kendimize, ‘Halk sağlığını korumak için gerekli adımları atıyor muyuz?’ diye sormamız lazım. Başından
beri TTB bunu yapmaya gayret etti. Bunun için kendi alanında gerçekten önemli bilim insanlarımızın
zaten üyesi olduğu bir örgüt olmanın avantajını kullandı ve bilim insanlarıyla birlikte yol aldı. Bunun
sonucunda da TTB’nin toplumda bir güven kazandığı muhakkak. Biz başından beri bağımsız bir örgüt
olduk. TTB, hükümetlerden bağımsız olarak hakikat neyse onu söylemeye gayret eder.
‘HEPSİ YARGILANMALI’
Geçen süre içinde alınan tüm kararların yarattığı sonucun sorumlusu olarak iktidar topu,
oluşturduğu Bilim Kurulu’na attı, Bilim Kurulu ise iktidardan bağımsız açıklamalar yapmadı.
Peki, bahsettiğiniz yaşam hakkı ihlalinden kim sorumlu?
Bu neo-liberal politikanın hayata geçirilmesinin mimarı AKP ve dolayısıyla başından itibaren özellikle de
AKP iktidarı dönemindeki tüm Sağlık Bakanları bu çöküşten sorumlu. Bugün yaşadıklarımızın
sorumluları olarak her birinin anılması gerekiyor ve her birinin zaman içinde bu sorumluluk nedeniyle
yargılanması gerekiyor, çünkü bunun bedeli yaşam hakkı ihlalidir. Bugün geldiğimiz ve durduğumuz yer
insanların yaşamlarını yitirmesine neden olmuştur. Diğer yandan İçişleri Bakanlığı’nın genelgeleriyle
yönetilen bir salgın söz konusu olduğuna göre burada yalnız Sağlık Bakanı’nın değil İçişleri Bakanı’nın
da sorumlu olduğunu görmek gerekir. Bilim Kurulu’nun ise bilim insanları olarak bilimsel ilkeler
çerçevesinde önerilerde bulundukları muhakkaktır, ancak bu önerilere uyulup uyulmadığına dair zaman
zaman kendilerinin de değişik ortamlarda ifade ettikleri bir gerçek vardı. Onlar önerilerde bulunuyordular
ama bu önerilere uyulması söz konusu olmuyor. O zaman bu önerilere uyulmamasında, merkezi bir karar
veriliyor olmasında başta kimin sorumluluğu vardır diye düşünecek olursak tabii ki özellikle ‘Başkanlık
Sistemi’yle birlikte bir tek adam yönetimine de dönüşmüş olan Türkiye’de, Cumhurbaşkanı’nın
sorumluluğu vardır. Dolayısıyla bütün yaşam hakkı ihlallerine baktığımızda zincirleme bir sorumluluktan
söz etmek mümkün.
‘ULUSLARARASI BİR CEZA MAHKEMESİNDE YARGILANMALILAR’
Sizi aynı zamanda insan hakları mücadelesindeki kimliğinizle de tanıyoruz. Bahsettiğiniz üzere sorumluluğu bulunan devlet yöneticilerinin, yaşam hakkı ihlali çerçevesinde nasıl bir yargılama sürecine tabi tutulması gerekir?
Bir bütün olarak baktığımızda hem kapitalizmin dayattığı sömürü düzeni hem de bu sömürü düzeninin
yararlı bulan bütün devletlerin yönetimleri bu süreçte ortaya çıkan zararlardan sorumlu sayılmalı. Yeni bir
dünya düzeni diye tanımlıyorsak, bu devlet yöneticilerini yargılayabileceğimiz büyük bir uluslararası ceza
mahkemesiyle bu davaları önümüze getirmemiz ve belki bugün egemenlerin hukuku içinde yargıya
yansıması olanağı olmazsa bile en azından toplum vicdanında yargılanmalarını sağlamamız gerekiyor.
İnsan hakları mücadelesi içinden yakından bildiğim bir model uluslararası mahkemeler. Bu mahkemeler
sadece savaşlar, toplu katliamlar, işkenceler, ağır insan hakkı ihlalleri ile sınırlı olmamalı. Uluslararası
ceza mahkemeleri aynı zamanda kar hırsıyla yönetilen bir dünyada dünyayı tahrip edenlerin
sorumluluğunu da ele alan bir yandan bakmalı. Dolayısıyla kimleri dahil edebiliriz. Aslında toplumun
bütün bileşenlerini dahil edebiliriz. Ekosisteme dair sözü olandan ayrımcılığa dair sözü olana ve bir bütün
olarak sağlık politikalarına yaşamla ilgili tüm politik süreçlere müdahil olanların bir arada olacağı devasa
bir uluslararası mahkeme belki bunun ötesine geçebilir.
‘NORMALİ SORGULAYALIM’
Bir yıllık süre içinde sizin de geçenlerde dediğiniz gibi birçok yeni kavram hayatımıza girdi ve
birçok kavram da tartışıldı. En çok tartışılan kavramlardan biri “normal” oldu. Siz “normal” olmayı nasıl tarifliyorsunuz?
Bir bize dayatılan normaller var, bir de normal kavramının kendisi tartışmaya muhtaçtır. Kime, neye göre
normali de tartışmak gerekir? Örneğin sağlıklı bir insanın normaliyle sağlığında sıkıntılar olan bir insanın
normali birbirinden farklı olabilir. Bir insanın nefes darlığı söz konusuysa onun normal merdiven çıkma
hızı ve mesafesiyle böyle bir sıkıntısı olmayan insanın normal merdiven çıkma hızı ve mesafesi farklı
olacaktır. Bu normallerin dışında çok daha kapsamlı; insanlık ve dünyaya dair o biriktirilmiş değerleri öne
çıkaran bir yerden dünyaya bakmak gerekiyor. Bunu küresel salgında çok açık gördük. Bizim için
normalleştirdikleri bir kent yaşamı, bu kent yaşamının bizim için normalleştirdiği yaşam hızı,
yalnızlaştırma ve örgütlü mücadeleyi ortadan kaldıran bir normalleştirme olmaması gerekiyor.
Dolayısıyla eğer yeni bir yaşam tanımlayacaksak; insanlık, doğa, diğer canlılar yararına geçmişten
aldığımız değerleri geleceğe taşımak gerekiyor. Geçmişte yaptığımız hataları görüp kapsamlı özeleştiri
yapabilmek, bunlarla yüzleşmek gerekiyor. Bu yüzleşmelerin sonucunda ortaya çıkacak yeni değerleri
kurmak gerekiyor. Bunun için de birlikte davranmanın önemi çok büyük. Yan yana durmanın ve tabi ki
bu yan yana duruşta da yatay bir düzlemde durmanın önemi var. Çünkü hayatımızda dikey bir konumlanış
normalleştirildi. İşte tam da buna karşı bir sorgulamak ve belirsizlikleri ortadan kaldıracak değerler
üzerine kurulu belirli bir yaşam modeline sahip çıkmak gerekiyor. O açıdan normali sorgulayalım.