Ebru’nun temsil ettiği insanlık damarı, hak arama kararlılığı ve adalet bilinci, yok olmayacağı gibi ardından sayısız halkın avukatı, hak/halk savunucusu yaratacak güçte.
Ebru gitti. Dile kolay, bir de yüreğe sorun siz.
Ebru, gök kubbeye adalet ağırlığında bir çığlık salıp gitti. İnandığı gibi yaşadı, inandığı gibi yumdu gözlerini. Onun merakla bakan gözlerini bir daha göremeyecek olmak tarifsiz bir acı veriyor şimdi.
Avukatımdı, avukatımızdı. Avukatını yitirmek diye bir duygu varmış şu dünyada, yaşanacakmış. Ebru’nun gidişiyle bunu da yaşadık.
Ebru’yla ve onun gülen gözleriyle 2007 yılında tanışmış olmalıyım. Salt dudaklarıyla değil, bedeninin her hücresiyle gülen, gülebilen biriydi. Hele gözleriyle, derinlerinize bakabilen gözlerinin içiyle. Karşısındakini dinlerken başını omzuna doğru kısacık eğişi geliyor gözlerimin önüne. Dudaklarının kenarına bir anlayış kıvılcımı ilişirdi aynı zamanda. Sanırsınız bin yıldır arkadaşsınız.
Müthiş bir nezaketle dinler, konuşur, oturup kalkardı. Ama aynı zamanda inanılmaz bir kararlılık taşırdı karakteri. Polisin, savcının, bürokratın, cümle ‘fırsatçının, fesatçının, hayının’ karşısında devleşirdi. Kahramanlaştırmaya çalışmıyorum onu. Ne hakkım ne de haddim olur bu. Adaleti örgütlemeye çalışan bir insan, bir kadın; bir avuç asalak dışında neredeyse bütün memleketi kapsayan büyük bir ailenin avukatı, nasıl olmalı idiyse öyleydi demek istiyorum.
Taksimde kalabalık bir avukat ve öğretmen grubuyla birlikte basın açıklamalarının ardından neredeyse her hafta çay içip, söyleşip, tabu oynadığımızı anımsıyorum. Ebru elindeki karta bakıp bir anda kafasında öyle bir hikâye kurar, öyle kavrayışlı bir edayla, cümlelerle anlatırdı ki… Ondaki bu işini eğlenerek ciddiye alma, hayal gücü parıltısını ağzım açık izlerdim. İçimden, ister istemez, avukat olmasaydı ne olurdu diye geçirirdim. Hikâyeci olurdu derdim; ama o, memleketi ve sosyalizm inancı kadar -onlarla birlikte kuşkusuz- şiire ve türküye sevdalıydı. Çantasını açıverir, iddianamelerin arasından bir şiir kitabı çıkarıp ulu orta okurdu. Ne kendini naza çekme ne en küçük bir kaygı. Sesi sanki hep hazırdı, şiire, türküye ve insanlığı savunmaya. Bütün dünyayı savunur gibi coşkuyla okurdu şiiri. Zeus’a karşı Prometheus’un avukatlığını yapar gibi söylerdi türküyü. Sonunda kendisi ateş olup halkın bağrını yaktı.
Toyuk türküsünü ilk ondan dinlediğimi biliyorum. Gözlerinin içi güler gibi sesi de gülerdi Ebru’nun. Sesine çalınan içtenliğin kaynağı buydu sanırım.
sen yanasan toyuk çalan/ uy oklanasan toyuk tutan nice ki men yanıram/ sen yanasan toyuk çalan/ uy oklanasan toyuk tutan
2013’te biz Kandıra’dayken onlar Bakırköy’deydi. Bir yıl sonra ben öğretmenliğe, o avukatlığa döndük. Hepimizin, işten atılanların, devrimcilerin, yoksulların, maden işçilerinin, kayıp yakınlarının avukatlığına. Duruşma salonlarında, adliye koridorlarında önümüzde, yanımızda, arkamızdaydı. Arkadaş, yoldaş, savunman, sanık ve her şeyden önemlisi, bu ülkenin nasıl bir bataklığa çevrildiğinin, adaletin zerresinin kalmadığının tanığı, gerçek bir aydın olarak.
Şimdi dünyanın kirine pasına karşı savunmasız, savunmansız kalmış gibi tuhaf bir his içinde, kulaklarımda o incenin incesi, gülen sesi, türküsü, avazı çınlıyor Ebru’nun.
Ama biliyorum, avukatını yitirmek gibi kara bir duygunun dışında, en derinde hissettiğim başka bir şey daha var: Ebru’nun temsil ettiği insanlık damarı, hak arama kararlılığı ve adalet bilinci, yok olmayacağı gibi ardından sayısız halkın avukatı, hak/halk savunucusu yaratacak güçte.
Ebru, inandığı gibi yaşadı, inandığı gibi yumdu gözlerini.
Dile kolay… bir de yüreğe sorun siz.
Ömer AÇIK