Didem Akman bugün ölüm orucu direnişinin 156. Gününde. Akman’nın 6 Temmuz’da yazdığı mektubu paylaşıyoruz.
Sevgili Yoldaşım Merhaba,
Dirençle sımsıkı kucaklıyorum seni. Mektubunda, benim mektubu aldığındaki mutluluğunu öyle içten anlatmışsın ki, dedim bekletmek olmaz, oturup hemen yazayım. Hem çocuklara da ayıp olur, değil mi? Bu ara dilekçe, suç duyurusu vs leri yazmaktan mektupları yetiştiremiyorum. Sağolsun komşularım en azından hapishanelerde tanıdıkları olanlara yazıp habersiz de bırakmamaya çalışıyor arkadaşlarımı. Tekli yaşamım ve direnişim sürdüğü için her şey ayrı bir zaman, ayrı bir enerji oluyor, onlar da böyle ellerinden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorlar. Mektup yazmayı seviyorum, çünkü sohbet etmeyi seviyorum. Mektup da mahpusun sohbeti sonuçta. Direniş içindeki haksızlıkları ilgili yerlere duyurmak da öncelikli olunca şu ara dilekçeler de bir hayli vaktimi aldı, birkaç haftaya yeni saldırılar yaşamazsam eski performansıma dönerim diye düşünüyorum. Ama merak etme seni mektupsuz bırakmam. Zaten yol uzun, memleketten uzaktasın, değil mi?
Bu süreçte yaşadıklarımı şimdiye kadar az-çok öğrenmişsindir diye tahmin ediyorum. Normalde direnişin başından beri her gün doktor geliyor, muayene kabul etmiyorum. Çözebilecekleri ihtiyaçlarımı konuşuyorum, şekerdir, çaydır… 100. günden beri her hafta bir de uzman heyeti gelmeye başladı. Nörolog, dahiliyeci, bir şey daha oluyor. Hayati riskin var, tetkik gerekiyor, muayene olman gerekiyor diyorlar. Madem hayati riskim var, taleplerimizi kabul etsin bakanlık, direnişi kendimiz bitiririz diyorum.
Bir yandan da şöyle bir çelişki var: Tek başınayım diyorum, yanıma bir refakatçi verilmesi, havalandırma süremin arttırılması daha uzun süre yaşamam için önemli. Bunlar için de doktor raporu gerekiyor. Söz konusu bunlar olunca, ayaktasın, sağlıklısın diyor adamlar.
127. günde hastaneye kaldırılmam yönünde rapor yazmışlar. Mesele ne bizim can güvenliğimiz, ne hayati riskimiz. Direnişi kırma amaçlı yapılan bir şey tamamen. Bir deri, bir kemik kalmış insanı 2 kere gardiyan-asker zoruyla hastaneye kaldırmak bile o insanın ömründen ne kadar götürür, hesap ediyorlar mı? 2-3 gün boyunca zorla alınan tansiyonla, kanla, onlara direnirken harcadığım enerjiyle ömrümden kaç gün daha gitti acaba, bunu hesap ediyorlar mı? Üstüne korona diye bir lanetten kaynaklı, gelince tüm temizliği kendim yapmak zorunda kaldım sabahlara kadar… Sözde bizi düşünüyorlar. Hayır, yalan bu, insan canını düşünmüyorlar. Bu yapılanlar bizi yaşatmak için değil, tam tersine ölümümüzü hızlandırmak için.
Hastanede Özgür’le 2 oda vardı aramızda. Camdan sohbet edebildik, tek güzel yanı, omuzdaşımın sesini duymaktı herhalde. Orada da sloganlarımızla duruma tepkimizi gösteriyorduk her saatbaşı. Kampüsteki diğer hapishaneler vardı manzaramızda. Pencere önünde çaylarımızı içerken T’lerden gelen kapı dövme seslerini dinliyorduk. Mustafa’yı düşündüm bolca tabi, kaldığım odadaki çarşaf ve duvarlarda kan lekeleri vardı, acaba burada mı kaldı dedim… Biz de onunla aynı yoldan geçmeye hazırdık. Onun gibi onurluca yürümeye de elbette. Ki bizim de kanımız karıştı aynı duvarlara, çarşaflara. Zorla kan alıp bir de damar yolu iğnesini kolumda bırakmışlar, olur da serum yaparız diye. Hemen çıkarıp atım tabii, ondan da bir süre aktı kan… Müdür gelmiş diyor ‘niye çıkardın, belki serum gereklidir’. Ben demişim müdahale olursa sıvıyı- şekeri keserim, kabul etmiyorum. Onlar hala serum derdindeler. Hekim kılığında karşımıza her gelene anlattık durduk. Hakikati anlatmaktan son soluğumuza kadar vazgeçmeyeceğiz çünkü. Fiziken yorucu olsa da, dirençli ve coşku, onur yanıyla daha güçlendiğim 2-3 gün yaşadım anlayacağın. Birkaç hafta geçti, kemin ağrılarım yeni yeni geçiyor. Ambulansta, götürürlerken, orada sürekli dizginlemek için kemiklere baskı yapıp oralardan tutmaya çalıştıkları için. Zaten kemikten başka da bir şeyimiz yok ki İçindeki manevi gücü saymıyorum.
Bugün dış kantine şeker-çay siparişinde bulunduk. Özgür’ün direnişin başından beri alabildiği şeyleri 10 m. ötedeyiz ama ‘dış kantin yok’ diye aldıramıyorduk. Yaşanan olayların ardından en azından bunu yapalım dedi idare herhalde onca teşhir olmuşlukları var ya. Bir defaya mahsusu alacağız dediler, kilolarca çay-şeker yazdım. Bakalım ne zaman gelecek. Her çay-şeker iyi gelmiyor çünkü. Mide bir şeye hassaslaşıyor, kimi midede asit yapıyor, kimi ağızda yara yapıyor. 140 gündür anlata anlata dilimde tüy bitti. Yaşadıklarımızın olumlu dönüşü de bu oldu. Görüyorsun işte, bir çaya- şekere kavuşmak için türlü işkenceler yaşaman gerekiyor. Adalete kavuştuğumuz bir ülkede, çocuklarımıza bugünleri anlatırken, anlatsak tasavvurlarında canlandıramazlar kesin. Bazen düşünüyorum zaten. Diyorum sosyalist bir ülkede yaşarken, bize faşizm nedir diye sorduklarında şunları örnek verirsek anlayamazlar, kafalarında, hayal güçlerinde bile canlanmaz. Öyle günler…
Faşizm demişken kapaktaki kağıt da kızıl ordunun ilerleyiş fotoğraflarından biriydi, çok belli olmuyor ama. Faşizmi yenme onuru tarihte sosyalistlerin, tıpkı bugün de yeneceğimiz gibi. O yüzden Rusyayla ilgili resimleri, imgelerle daha da bütünleşmiş hissediyorum kendimi son zamanlarda.
Ek olarak yolluyorum, Mustafayla ilgili bir çalışmam vardı, şarkılı, metinli. Renkli kısımlar müzikli aslında, diğerleri düz metin. Engin Çeber’inki gibi… Bakalım nasıl bulacaksınız? Tabii yeterli bilgi olmadığı için elimde, daha çok yüreğimden geçenlerle yazdım. Onun yaşamının ayrıntılarına vakıf değilim. Dergimizi de vermedikleri için yazılarını da okuyamadım. Tanıyanlardan duyduklarım bildiklerimle bu kadar oldu. Son sayfası boş kalınca oraya da Helin için yaptığımı yazdım. Helin’den sonra başlamıştım aslında ama bitmemişti. İbo’dan sonra tamamladım. O nedenle ikisi için oldu aslında.
9 Ağustostaki konsere harıl harıl hazırlanıyorlar, hazırlansınlar elbette. O türküler, şarkılar için ömür verdik biz, elbet yapacağız konserlerimizi. Başköşede olacak üç karanfilimiz. İbomuz gitarını z çalacak, Helin söyleyecek, Mustafa halayıyla katılacak o konsere. Bakarsın bizim de zafer konserimiz olur. Avukatların da gözü Yargıtay kararında, sanırım daha erken tarihlerde görüşeceklermiş aslında ama sarkıyor. Ne bekliyorlar hala bilmiyorum. Kör gözüne parmağım dercesine bir hukuk garabeti o dava. 1. sınıfa giden bir hukuk öğrencisi bile şeklen incelese bozar o davayı. Ama hukuk elbette siyasal kararlar verince böyle oluyor. Baroların adalet için haftalardır sokakları doldurmaları çok iyi, daha da büyütmeliler.
Buradan bakınca siyasal zaferi görüyorum zaten. Onu kazandık biz çoktan. O nedenle öyle mutluyum ki… Adalet odaklı bir kitle hareketi yaratmaktı bu direnişin öncelikli amacı ve yarattık. Somut adımları bekliyoruz her gün ömürlerimizden vererek. Avukatlarımız için, ağırlaştırılmışlar için adımlar… o adımları attıracak güç de halklarımızda, dünya halklarında var, ben buna inanıyorum can-ı gönülden…
Sana geçen mektupta 100. günü anlatmıştım. Şimdi arkadaşlar 150 hazırlığındalar. Onu da artık sonraki mektuba anlatırım.
Annem mi? Evet unutabilir, sen her aradığında yine hatırlat kendini. Bu hafta telefona çıkacağım. O da koşturuyor benim için. Aylar sonra önümüzdeki hafta görüş yapacağız. Onun için zor olacak bir hayli… Çünkü direnişin ilk günlerinde gördü en son, kilo kaybetmiş halimi hiç görmedi. Burada 1 ay görmeyen gardiyanlar bile ilk görünce dehşete düşüyor. Annem ise nerdeyse 5 ay olacak. Ama güçlüdür annem. Göreceği kemiklerim hem zulmün hem direnişin abidesi olacak. Hem öfke hem gurur olacak, bundan eminim.
Demek bizimkiler beğenmiyor sesini… Umutlu türküler söylemek için sese ne gerek var canım. Sen yine söylemeye devam et. Bu ailenin her ferdi Yorumcudur. Mesele seste değil ki, nefesin, soluğun umutla çıksın da ne olsa! Halk oyunları da bayağı oynamışsın. Ben küçükken Alevi etkinliklerine giderdik. Ben semah yapmayı çok isterdim. Annemler kursa gönderelim dedi ama göndermediler bir türlü. İçimde kaldı vallaha. Sonra lisedeyken de bir arkadaşım derneğin yolunda yalnız kalmamak için beni halk oyunları kursuna yazdırmış. Oraya gidince ona eşlik olacağım ya yolda. Böylece bir halk oyunu kursuna yazılmış oldum. Zaten orası sayesinde Ekmek Ve Adalet dağıtımcısı arkadaşla tanıştım. Sonra kursu da bıraktım, öğrenemedim. Ama kalabalıklarla halay çekmek hapishane de en çok özlediğim şey. İbo’dan sonra zafer kutlamasında havalandırmada kendi kendime yağmur altında bolca halay çektim. Akşamına da ibo’nun şehitlik haberini aldık…
Çocuklara ayrıca yazacağım. Benim yerime onlara sarıl sımsıkı, kucaklayıp öp. Benim de yeğenlerime annemler ilk başta söylememişlerdi. Ama anlattım sonunda söylemişler. Çocuklardan gerçekleri saklamayı onları korumak sanıyor aileler. Oysa hakikatin saklandığı yerde kimseyi koruyamazsın. Bilmeliler, elbette yaşları küçük, onların anlayabilecekleri şekilde anlatılmalı ama mutlaka anlatılmalı. Seninkiler şanslı çocuklar, dünyayı tanımalarını sağlayacak bir babaları var yanlarında, daha güçlü olacaklardır, daha karakterli, daha ayakları yere basan, daha dirençli insanlar olacaklar. Ve ancak böyle koruyabiliriz çocuklarımızı.
Biz Sincan’dayken, Günay’la (Özarslan) çocuklara masallar yazıyorduk biliyor musun? Şehitleri anlatan küçük kitaplar haline getirmiştik hatta onları. Dayı Kartal, Selami’nin Bulutu, Kevser Irmağı, Selma’yla, Mehmet Başbağ’la birkaç şehitle ilgili de vardı, tam isimlerini hatırlayamıyorum şu an. Bir ara onları toparlayacağız diyordu dışarıdaki arkadaşlar ama ne oldu bilmiyorum. Yazarken anlıyorduk işin zorluğunu. Biz daha çok büyüklere masal gibi başladık, çocukların fikirlerini aldıkça yanlışlarımız, eksiklerimizi gördük. Bir şeyi basit-sade anlatabilmek çok daha zor çünkü. Burada da bir ara aklımda vardı bir masal yazmak, ama üstüne yoğunlaşmaya hiç fırsat olmadı.
Malum oldukça hareketliyiz, ne olacağı hiç belli olmuyor. Çöp vereceğim diye kapıya gidiyorum, yolun sonu hastane oluyor. Ya da uyumak için yatağa giriyorum, gecenin 2’sinde kapıma doktorlar geliyor. Sürekli bir şeyler yetiştirme telaşı bende. Hiçbir şeyi yarım bırakmak istemiyorum çünkü. Kimi aksıyor, kimi uzuyor ama elden geldiğince yolumda, menzilimde yürümeye devam ediyorum. Yüreğimi doldurarak, bugüne kadar biriktirdiklerimi paylaşarak… Ve yol elbette yeni şeyler de atıyor heybeme. Bu 140 günde öyle doldu ki birçok şeyle. Daha da neler yaşayacağız, yaşatacağız… Kavga ne bereketli değil mi yoldaşım? Sen onun parçası oldukça büyüyorsun, dallanıp budaklanıyorsun. Burada benim serçelerin bize armağanı tohumları ekmiştik. İbo- Helin- Mustafa için… Önce biraz boy attılar, sonra yaprakları çürümeye başladı. Ama sevgimizi, emeğimizi, umudumuzu her şeyden önce kesmedik onlardan. Sonra yeni bir yol bulalım dedik, belki daha geniş bir yer istiyorlardır. Ayarladık, besinlerini artırdık ve inanamazsın birkaç günde canlanmayı bırak birbirleriyle yarışa girdiler, öyle güzel büyüyorlar, yayılıyorlar, dallanıyorlar ki… En solgunu Helin’di, en hızlı yayılan o oldu. İşte dedim, Sabo’nun Kızı, Kibele nasılsa kökü, bereket tanrıçası demek. Demek ki sesi soluğu da böyle yayılıyor. Her gün rüzgârda salınışlarını izliyorum, yüzümde bir tebessümle. Zaferlerine yenisini ekleme yeminiyle. Onlar bana ben onlara güç veriyormuşum gibi hissediyorum.
Sevgili Yoldaşım, ben artık bitireyim. Tamam, anneme selamını söyleyeceğim Sen de oradaki herkese selam ve sevgilerimi ilet. Hepinizi çok seviyorum. Dirençle sımsıkı kucaklıyorum sen. Umutla kal.
DİDEM