“Ölmek o kadar zor değildi. Çünkü o düşünceler doğru düşüncelerdi, savunmak çok büyük bir onurdu.”
(EKMEK VE ADALET DERGİSİ’NİN 15 ARALIK 2002 tarihli 39. SAYISINDA BİRSEN KARS’LA YAPILAN RÖPORTAJDIR)
Türkiye’de yaşananlara gözünü, beynini, yüreğini kapat_mayanlardan. O’nu tanımayan yoktur sanırız. 19 Aralık katliamını ambulanstan inerken “6 kadını diri diri yaktılar” diye haykırarak ilk kez dünyaya duyuran O’ydu. Birsen Kars şimdi dışarıda. Aradan tam iki yıl geçti. Katliamın yıldönümü geldi çattı. Birsen ile katliamı, ambulanstaki o görüntüyü, beyinlere işleyen haykırışını konuştuk.
SORU: Ambulansın kapısındaki görüntünüz 19 Aralık’ın, “diri diri yaktılar’ın simgesi oldu. Önce tam o anı anlatabilir misiniz? Ne durumdaydınız, ambulans kapısı açıldığında ilk ne düşündünüz?
BİRSEN KARS: Bizi parça parça koğuştan çıkartmışlardı. Boş, üstü kapalı bir yere götürdüler. Zaten hastaneye kaldırılma konusunda uzun tartışma yaşandı. Beni Bayrampaşa Hastanesine götürdüler. Ambulansta önce yalnızdım. Sonra kolundan yaralanan bir arkadaşı getirdiler. Ambulansları tükenmişti herhalde. “Sen ayakta durabilir misin” diye sordular. Arkadaş kolundan çok kan kaybettiği için durumu iyi değildi. O an için ambulansa bindirilsek de, nereye götürüldüğümüzü bilmiyordum. Çünkü aklımda diri diri yakılan altı kadın vardı. Gülseren’ler, Özlem’ler vardı. O an bütün düşüncelerim ve duygularım onlara yönelikti. Ambulans hareket ettiğinde Bayrampaşa hapishanesini geride bırakıyorduk.
Sadece hapishaneyi değil tabi ki. Orada diri diri yakılan altı arkadaşımızı geride bırakıyorduk. Haber alamadığım yaralı ve şehit erkek arkadaşlarımızı geride bırakıyordum. Çıkış anı onlarla doluydu benim içim. Hastaneye götürülme süresi boyunca da ambulanstan dışarıyı seyrederken alevlerin ortasındaki altı kadın geliyordu hep aklıma. Onlarla yaşadıklarım, onlarla paylaştıklarım…
Ambulans hastanenin önünde durdu. Kapı açıldı. Ne söyleyeceğim gibi bir şey geçmemişti aklımdan. Kapı açılıp birden kameralarla karşılaşınca o anda. Böylesi büyük bir vahşeti duyur_mak gerekiyordu. Ben bunu anlatmalıyım, 6 kadının nasıl yakıldığını mutlaka halkımıza ulaştırmalıyım.
Çok hızlı bir şekilde o an bir yandan bunu düşündüm. Bir yandan arkadaşlarımla olan anılarımı düşündüm. İçeride kalmışlardı, yanmışlardı, isimleri de biliyordum. Yine de “bir umut kurtulan olmuştur” dedim. İsimleri söylersem anaları duyup yürekleri yanmasın… Tereddüt ettim, vazgeçtim. “Bizi” dedim önce, sonra bizi demek 6 yoldaşımızı tam ifade etmiyordu. Onun için “6 kadını diri diri yaktılar” dedim. Bunlar o kadar hızlı bir biçimde geçti kafamdan. Ama aynı zamanda, me_dyada yayınlanmayacak, o kadar büyük bir vahşet yaşanmış ki, hatta bu vahşet medya aracılığıyla meşrulaştırılmaya çalışılacak diye düşünüyordum. Yine de söylemek gerekiyordu. Belki bir tek kelime, bir cümle bile halka bu vahşeti ulaştırabilirdi. Ve öyle anlık ve doğallığında söylendi bu sözler.
Büyük bir acıydı…
Bu vahşetin halk tarafından duyulmasını ve bilinmesini istiyordum. Yani bu evet büyük bir acıydı, ama yine bu aynı zamanda bu ülke gerçekliğini gösteriyordu. 6 kadın savunmasız bir halde gecenin bir saatinde kurşun yağmuruna tutularak, gaz bombalarının altında kaldılar ve yetmedi diri diri ne olduğu bilin_meyen kimyasal gazlarla yakıldılar. Bu tabii ki, Hitler’in gaz odalarını ve fırınlarını hatırlatıyordu. Belki de çok daha modernleştirilimiş haliydi. Bunlar bilinmeliydi.
Böyle bir vahşeti devlet yapmıştı. Biz tecritin kaldırılması için direnme hakkımızı kullanmıştık. Evet direneceğiz bu ülkede denmişti. Ama böyle bir vahşet karşısında, diri diri yakılma gerçeği karşısında mutlaka halkın yapacağı bir şeyler vardı. Mutlaka bu gerçeği anlayacaktı. Ben bu duygularla o an hareket ettim.
“Karşı tarafta her türlü silaha sahip olan timler… Biz bütün bunlara meydan okurcasına marş söylüyoruz.”
Biz küçük bir koğuşun önünde dizilmiş sadece sloganlarımızla direniyorduk. Ve gün ağarırken bu marşı söylerkenki anımız hiç aklımdan çıkmıyor. O aslında bir tabloydu. O gün niye bu vahşet yapıldı?
27 kadındık, bir gece savunmasız, silahsız uykusunda uyandırılmışız, karşı tarafta her türlü silaha sahip olan timler… Biz bütün bunlara meydan okurcasına marş söylüyoruz. O an gerçekten kendimi çok güçlü hissettim. Bu tablo düşüncelerimizin gücünü anlatıyordu. Yoksa niye sabah uykudayken bizi bombalarla uyandırsınlar. Acizliği hissediyorduk. Düşüncelerimiz, bağımsız bir vatan, özgür bir yaşam. İşte bunca vahşetin karşımıza çıktığı an, bu düşünce karşısındaki acizliği gördük ve yaşadık. Bu duyguyu çok yoğun bir biçimde yaşadım. Çünkü ortada haksız, gayri meşru bir durum var. Ölmek o kadar zor değildi. Çünkü o düşünceler doğru düşüncelerdi, halk için olan düşüncelerdi, savunmak çok büyük bir onurdu. O onuru yaşıyordum.
Gaz verilirken son bir sigara içtik. Ayrı bir gazdı bu. Tavandan sarkıtılan demir kafesli bir şeyin içinden çıkıyordu. Birden siyah, gri bir duman yükseldi. Birden koğuşun ısısı yükseldi. Alev yoktu. Değdiği yeri yakıyordu. Hava akımının olduğu yerdeki insanları daha çok yaktı. Yanma olayı o kadar hızlı gelişti ki... O gaz verilmeye ve benim de yanmaya başladığım zaman alev yoktu. Havalandırmaya çıktığımız anda artık koğuştan alevler yükseliyordu… O alevi seyretmek insanın içini dağlıyor. 6 kişinin içerde kaldığını biliyorsun… Yandığımızı anladığım an…
SORU: Peki o güne dair, ki aradan yaklaşık iki yıl geçti, aklınızda neler, gözlerinizi bir an kapatınca hangi anlar, hangi sözler geliyor aklınıza?
BIRSEN KARS: Gözümde canlanan, yanmaya başladığımızı anladığım an Gülseren’e “Yanıyoruz!” deyişim ve onun o anki bakışları… İlk bu oluyor. Yine onların içerde kaldıkları anons edildiği an geliyor aklıma. Seyhan’ın yaptığı espriler, neşesi, Özlem’in yine bir o kadar neşesi… Sarılma anımız o an onunla… Evet o an! 19 Aralık sabahı. Ve tam gün ağarmaya başlarken biz hep bir ağızdan “Gündoğdu hep uyandık” diye bir marş vardı, onu söyledik. Karşımızda silahlar vardı. Bombaatarlar vardı ve bunlar sürekli kullanılıyordu. Ve sayısızca Özel Tim… Direniş saatler boyu sürdü. Gaz bombaları peş peşe atılıyor. Ama o anda Ümraniye’de şehit düşen Mecit’in yaptığı bir şey vardı. O anda cebinden sigarasını çıkartıyor ve son sigarasını içiyor. Herkes onu hatırlayarak cebini yokluyordu. Son bir sigara içmek istiyorduk. Bir tane sigara çıktı. Gaz verilirken sigarayı içtik. O gün o sigarayı içenler arasında Gülser vardı, Özlem vardı… Zaten hepimiz bir aradaydık ve sırtlarımızı ranzaya dayamış ve o bir tek sigarayı paylaşmıştık.
“6 kişinin içerde kaldığını biliyorsun. O altı kişi her şeyini paylaştığın, birlikte kahkaha attığın, birlikte yola çıktığın insanlar.”
O an hiç gitmiyor gözümün önünden. Mazgallardan askerlerle burun burunaydık. Küfür ediyorlardı. Bize, analarımıza yöneldikleri anda Şefinur öfkeyle fırladı ve izin vermedi saldırmalarına. Kendi annesi gibi bütün analar bir değerdi onun için… Yanma olayından çok kısa süre önce bir arkadaşımız kolundan yaralanmış, kan kaybediyordu. Yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu, kötüleşiyordu. Ama operasyon devam ediyor, bombalar atılıyor, kurşunlar yağıyordu. Gülser bu anda ayağa kalktı. Zaten çok yakınımdaydı. Ayağa kalktı ve bağırdı. “Öldürün, öldürmek istiyorsanız” diye bağırarak onların saldırılarına meydan okuyordu.
O alevi seyretmek insanın içini dağlıyordu. Aşağıya indirildikten sonra kendime gelmiştim. Sonra arkadaşlar bana su dökmeye başlamışlardı. O an Hamide geldi yanıma, omuzuma vurdu ve “Gülseren” diye ağıtlar yakmaya başladı. Aynı zamanda abisinin eşiydi. O an o yüzündeki acı unutulacak gibi değildi. Arıyordu sürekli koğuşta ve diğer yerlerde dört dönerek.
Havalandırmaya çıkmıştık. Koğuş artık alev alev yakılmıştı. Biz içerdeyken henüz yangın yoktu. Sadece koğuşun o gaz verilen camlarından alevler çıkıyordu. O alevi seyretmek insanın içini dağlıyor. 6 kişinin içerde kaldığını biliyorsun. O altı kişi her şeyini paylaştığın, yıllarını birlikte geçirdiğin, birlikte kahkaha attığın, dertlerini paylaştığın insanlar. Bunun da ötesinde birlikte yola çıktığın insanlar.
SORU: Gaz bombalarının dışında bir gaz verildiğinden bahsettiniz. Gaz bombalarının dışında bir de gaz mı veriliyordu içeriye?
BİRSEN KARS: Ayrı bir gazdı bu. Zaten o tavandan sarkıtılan demir kafesli bir şeyin içinden çıkıyordu. Koğuşun içine doğrudan atılan bir şey yoktu. Hakimiyet tamamen ellerindeydi. Oradan içeriye gaz sıkıldı. Birden siyah, gri bir duman yükseldi. Birden koğuşun ısısı yükseldi. Alev yoktu yani. Değdiği yeri yakıyordu. Gaz olduğu için hava akımının olduğu yerdeki insanları daha çok yaktı. Yani gaz bombası değil ayriyetten verilen hızla yakan bir gazdı. Yanma olayı o kadar hızlı gelişti ki…
O gaz verilmeye ve benim de yanmaya başladığım zaman alev yoktu. Havalandırmaya çıktığımız anda artık koğuştan alevler yükseliyordu. Sonuçta o koğuş yakılmadan bizim gazla yakıldığımız gerçeği gizlenemezdi. Onun için koğuş artık alevler içindeydi. O zaman çok daha ortaya çıkabilirdi. Koğuşta hiçbir yanık yok iken biz nasıl yanabilirdik?
O alevler tüm anıları canlandırıyordu ve artık 6 yoldaşımın olmadığını, onların o alevler, içinde olduklarını ve artık birlikte ağlayıp birlikte gülemeyeceğimizi anlatıyordu. Bir yandan da bize tazyikli su sıkılıyordu. Yanan koğuşun üzerine su sıkılmıyordu. Sıkılsaydı belki, belki… Birileri canlı kurtulabilir. Sürekli bağırıyorduk “koğuşa sıkın” diye. “Koğuş yanıyor orada 6 arkadaşımız var” diye.
Sıkmadılar. Yangın azaldıkça, yaşayabileceklerine dair umutlarımız da tükeniyordu. Ve biz havalandırmada halaya durduğumuzda, eskiden ateş yakarak havalandırmadaki halaya durduğumuz anlar geliyordu aklıma. 6 yoldaşımızın aleviydi o. Bu arada arkadaşlar biz yaralıları daha güvenli bir yere götürmeye çalışıyorlardı. Çünkü çıktığımız anda yaralarımıza kurşunlar sıkıyorlardı.
O sahiplenme her ne olursa olsun herkesin kendi acılarını bir kenara koyması, birbirini korumaya çalışması o gün hatırlanacak güzel anlardan biriydi. Yine biz o koğuştan diğerine geçerken kafama taş attılar, kafam yarıldı ve kanamaya başladı. İşte bu kadar çaresizlerdi. Söyleyecek bir şey bulamıyorum. O kadar silah, bomba yakıp, yıkma… Vahşete rağmen öyle bir kinle dolmuşlar ki; bize taş atarak bu saldırganlıklarını, devletin ruh halini ortaya çıkartan o kadar simgesel bir olaydı ki…
Tabii koğuştan çıkarken bu bambaşka birşeydi. O koğuştan çıkmak demek Şefinur’ların orda kalması demekti. Bizi zorla parça parça kopartarak ve sürükleyerek döverek çıkardılar. Çok büyük bir acı verdi.
“Eşine dünyada az rastlanacak büyük bir vahşetin bir biçimiyle gizlenmesi gerekiyordu. Bunun en kolay yolu da, mağduru sanık haline getirmekti.”
SORU: Katliamla ilgili sürmekte olan bir dava var. Siz mahkemelere çağrıldınız mı hiç? “Sanık” olarak mı yazdılar dava dosyasına?
BİRSEN KARS: Bir dava Bayrampaşa’da direnen tüm tutsaklara açıldı. Ve sanık halinde tüm direnen tutsaklar bu davada. Suç duyurusunda bulunduk. Ancak çok geç açılan bir dava oldu. Bu davada da katliamı yapan gerçek katiller değil de, katliamla ilgisi olmayan gardiyanlar yargılanıyorlar. Zaten devlet bu operasyonun özel bir timle gerçekleştirildiğini kendi ağzıyla ifade ettiği halde, bizim suç duyurumuz karşısılığında olayla ilgisi olmayanlar yargılanıyor. Ben de sanık olarak, işte devlete isyan etmek, cezaevinde isyan çıkartmak… Yargılanıyoruz.
Aslında iddianame incelendiğinde bile içindeki çelişki ortaya çıkar. Bu iddianemede 6 Aralık’ta karar alındığı ve resmi yazışmaların başladığını ifade ediyor ve aynı zamanda bizim isyan çıkardığımızdan bahsediyor. Yani burada harekete geçen biz değiliz, devlet. Biz uykumuzda uyuyorduk, uyandırıldık, kurşunlandık, bombalandık ve yakıldık… Eşine dünyada az rastlanacak büyük bir vahşetin bir biçimiyle gizlenmesi gerekiyordu. Bunun en kolay yolu da, mağduru sanık haline getirmekti.
SORU: Katliamın, o günün, sizin sonraki günlük yaşamınıza yansıyışı nasıldı?
BİRSEN KARS: Ben 3 ay Cerrahpaşa’da, 4 ay Bayrampaşa Hastanesi’nde kaldım. Bakırköy’e o katliamdan sağ çıkan arkadaşlarımın yanına gitmem 7 ayımı aldı. Ama öncesinde biraz hastaneden bahsetmek istiyorum.
4 kişiydik. Cerrahpaşa’da, bazı aralar dışında genelde 1 kişiyle birlikte kaldım. 24 saatimiz onları düşünmekle, anlatmakla geçiyordu. Ve zaten sürekli rüyalarımızda onları görüyorduk. 7 ay sonra arkadaşlarımın yanına gittiğimde, sarıldığımda daha sarılacak kişiler olduğu hissine kapıldım. Yani Gülseren, Gülser, Özlem, Seyhan, Nilüfer… Ama yoktular. Her an bir yerden çıkıp geleceklermiş duygusunu yaşadım. Şefinur’un çok şen kahkaları vardır. Bir yerden kahkahası gelecek hissi vardı. Özlem yağmurda volta atmayı çok sever. Her yağmurda sanki Özlem voltada gibi camdan dışarı bakıyordum.
İki yıl boyunca onların yaşamımızdan çıktığı tek an olmadı. Öyle bir şey ki, 24 saat içinde her dakika her şey onlara dair bir şeyler hatırlatabiliyor. Onları hep yanımızda hissettik ve halen öyle…
„Yara izleri kalıcı, geçmeyecek… Onların diri diri yakıldıklarına tanıklık etmek yüreğimdeki en büyük iz…“
SORU: Sizde fiziki olarak katliamdan kalan bir hastalık, yara, sakatlık var mı? Ya yüreğinizde?
BİRSEN KARS: Vücudumun yüzde 32’si yandı. Ellerim, kollarımın bir kısmı, sırtım, saçlı bölgenin bir kısmı, yüzüm tümden yandı. Bunların izleri var. Birçok ameliyat geçirdim ve hala geçirmem gereken var. Yara izleri kalıcı, geçmeyecek. Yüreğimde kalan izler ise; diri diri yakılan altı kadın. Yaşamları, verdikleri bir direniş var. Yüreğimde kalan, bu direnişin zaferle sonuçlanması yani tecritin kaldırılması, yani onların yaşamlarını feda ettikleri konuda yapılması gerekenleri yapma isteği.
Bir diğeri de; onların diri diri yakıldıklarını anlatabilme isteği… Bunu herkes öğrenmeli. Mutlaka öğrenmeli. Bu ülkede neler yaşandığının bir simgesi oldu onlar. Ve bunu herkes öğrenmeli. Onlar yandılar, diri diri yakıldılar diyebilmeli herkes. O görüntüyü hafızalara kazımak ve özgürlük diyen, adalet, bağımsızlık diyen insanların ödediği bu bedelin asla ve asla unutulmaması. Bir acı var elbet. Onların diri diri yakıldıklarına tanıklık etmek, bunu gözlerinle görmek, an be an yaşamak ve bu yaşadığım müddetçe de hep beynimde taşımak, yüreğimdeki en büyük iz…
Ama bu acının yanında bir diğer yan onların isteklerini, hayallerini gerçekleştirmek. Dışarıya vahşeti anlatabileceğimiz herhangi bir mektup gönderilmedi, gazetecilere yazılacak mektupların gönderilmeyeceği bize doğrudan da ifade edildi. Bunun için ben o konuda yapılan çarpıtmalara cevap verme hakkımı iki yıldır kullanamadım. Ve bu hakkı kullanmayı diri diri yakılan altı kadına bir borç olarak gördüm. Bugün bu borcu yerine getirmeye başladığımı hissediyorum. Bu hissi yaşadım bu röportaj boyunca. O an, o gün unutulmamalı. Onlar kim ve niye yakılmışlardır? Çünkü onlar “Halkımız Sizi Çok Seviyoruz ve Sizin için Ölüyoruz” dediler.