19 ARALIK DEVLET KATLİAMIDIR

BÖLÜM 1:

2000 yılının 19 Aralık sabahı, onlarca şehirdeki askeri kışlaların nizamiyelerinden binlerce kişilik birlikler çıktı. Hedeflerinde hapishaneler vardı. Sabaha karşı dört civarında asker ve polis birlikleri, 20 hapishaneyi kuşattılar. Çok geçmeden saldırı başlatıldı. Hapishanelerin bulunduğu bölgeleri kurşun, bomba sesleri kapladı. Kurşun seslerine hapishanelerin duvarlarını yıkan dozerlerin sesleri karışıyordu. Çok geçmeden yangınlar kapladı tüm hapishanelerin üzerini, bölge gaza boğuldu.

19-22 Aralık Operasyonu’na 8 jandarma komando taburu, 37 bölük olmak üzere 8 bin 335 asker, binlerce gardiyan ve binlerce çevik kuvvet ve ölüm mangaları katıldı. 20 bini aşkın gaz bombası atıldı operasyon sırasında. Sıkılan kurşunların sayısı bilinmiyor.

Manzara, o günlerde burjuva basının kullandığı kelimelerle söylersek “savaş gibi”ydi. Gibisi fazlaydı üstelik. Çünkü bu bir savaştı. Savaşların en temel olanı ve hiç bitmeyeniydi. Tarihin akışına hükmeden sınıf savaşının bir muharebesiydi 19-22 Aralık. Hapishaneleri yakıp yıkan bu savaşın tekelci burjuvazi cephesiydi. Dört duvar arasında direnenler ise burjuvazinin ilan ettiği savaşı çoktan kabul etmiş ve bedenleriyle, yürekleriyle, çıplak elleriyle savaşıyorlardı.

Savaşan iki sınıfın iradesiydi. Savaşan oligarşi ile halktı. F tipleri, emperyalizmin dünya çapındaki saldırıp teslip alma planının bir parçasıydı. Kim ki bu çatışmayı, sınıfsal içeriğinden soyutlayıp basit bir hapishaneler sorununa, devletin “koğuşlarda hakimiyet kuran devrimcilere” saldırısına indirgerse, 19-22 Aralık’tan da, 5 yıldır süren direnişten de hiçbir şey anlamamış demektir. F tiplerinin gündeme gelmesi ve çetin muharebeye hazırlık 2000 yılının başlarında hücre tipi hapishaneler yani kısa süre sonra adı konulacak olan F tipi hapishaneler gündeme geldi. F tipi hapishanelerle neyin amaçlandığına dair hiçbir kuşkuya yer yoktu. “Hücre tipi” hapishaneler zaten daha önce de çeşitli biçimlerde gündeme gelmiş ve direnişlerle püskürtülmüştü.

F tipi saldırısı, emperyalizmin ve oligarşinin yeni planlarıyla birlikte güncelleştirilmişti. Bu plan, başta devrimciler olmak üzere tüm muhalefeti imhayla, gözdağıyla, teslim alarak, inkarcılığa zorlayarak tasfiye etmeyi amaçlıyordu. Halkı sindirme ve teslim almaya yönelik her saldırı planının baş hedeflerinden birinin hapishaneler olması adeta bir kuraldı artık. Kural 2000’de de bozulmadı. Eğer devrimci tutsakları teslim alarak halkı maddi ve moral olarak çökertmek hedefleniyorsa, tutsaklar cephesinden halkın direnişini maddi ve moral olarak güçlendirecek bir direniş gösterilmeliydi.

Tutsaklar, F tiplerini kabul etmeyeceklerini açıkladılar. İçeride, dışarıda birçok uyarı, protesto eylemi gerçekleştirildi. Ancak oligarşi, ne tutsakların, ne demokratik kitle örgütlerinin, ne da halkın çeşitli kesimlerinin tepki ve taleplerine kulak asmıyor, tutsakları hücrelere kapatma planını adım adım sürdürüyordu. Tutsaklar cephesinden sürece iradi bir müdahalede bulunmak, kararlılığı en üst düzeyde ifade etmek anı gelmişti. Bekleyecek, görecek bir şey yoktu ancak bazı gruplar, teoride yukarıdaki şeyleri söyleseler de gerçekte hala bu saldırının büyük bedeller ödenmeden püskürtülebilecek bir saldırı olduğunu düşünüyor, saldırıyı tutsakların sık sık karşılaştıkları önceki saldırılarla bir tutuyorlardı. Uzun tartışmaların ardından üç siyasi hareketten tutsaklar, direnişe başlama kararı aldılar.


20 Ekim 2000’de DHKP-C, TKP(ML) ve TİKB davalarından tutsaklar süresiz açlık grevine başladılar. İktidarın saldırganlığını sürdürmesi karşısında 19 Kasım 2000’de süresiz açlık grevi ölüm orucuna çevrildi. Bundan sonraki süreçte, direnişi kırmaya yönelik tehditler, görüşme manevraları, vaatler, dışarıdaki demokratik güçlere saldırılar hızla birbirini izledi. Tutsaklar bu manevralara yeni ölüm orucu ekipleriyle cevap verdiler. İlk üç ekipte ikiyüzü aşkın direnişçi ölüme yattı. Bu daha önceki ölüm oruçlarında görülmeyen bir kitlesellikti.

Oligarşi, direnişi bu yollardan hiçbiriyle kıramayacağını gördüğü noktada, zaten uzun süredir hazırlığı yapılan katliam operasyonu başlatıldı. Saldırı kapsamlıydı, emperyalizm ve işbirlikçi oligarşi kararlıydı, o halde bu muharebe çetin geçecekti. Ölüm orucu ekiplerinde yüzlerce direnişçinin yer alması işte bu gerçeğin bilincinde olunmasının sonucuydu.


2000’in Ekim ayında girilen, 19 Aralık’ta bir başka boyuta sıçratılan bu çarpışma, hiç kuşku yok ki, 1960’ların sonundan bu yana sürüp gelmekte olan devrim mücadelesi açısından önemli bir dönüm noktası olacaktı.
Bu dönüm noktasında, devrimci tutsaklar, kahramanlıklarıyla, zulmün üstüne yürüyen feda ruhlarıyla, büyük saldırının karşısında aşılmaz bir barikat oldular.


19-22 Aralık’ın, tarihe yalnız bir katliam olarak geçmesini engelleyen feda “Savaş gibi”ydi; ancak bu savaşta, taraflardan biri, kurşunlardan
bombalara kadar her türlü silaha sahip olmasına rağmen, diğer taraf silahsızdı.

Bu yanıyla “garip”, örneği fazla görülmeyen bir savaştı. Bir taraf zaten devletin elindeki tutsaklardı. Ve devlet, onları bir kez daha “tutsak” almaya gelmişti. Ama işin püf noktası şuradıydı: Binlerce askerle kuşatılmış tutsaklara yapılan “teslim ol” çağrılarının bilinen, klasik anlamdaki “teslim ol” çağrılarıyla bir ilgisi yoktu. Bedenen teslim olmaları değildi istenen, çünkü dediğimiz gibi bedenen zaten tutsaktılar. İstenen, oligarşinin düzenine boyun eğilmesiydi. Bedenlere değil, beyinlereydi bu teslim ol çağrısı.

Reddetti tutsaklar bu çağrıyı. “Ya teslim olacaksınız, ya öleceksiniz” denmesine rağmen reddettiler. Teslim olmaktansa yani bu aşağılık sömürücü düzene boyun eğip inançlarını terketmektense, ölmeyi tercih ettiler. Cepheli tutsakların bulunduğu hapishanelerde, ölümü göze alanların “ölümle” korkutulamayacağını göstermek için, saldırının durdurulması talebiyle birer direnişçi öne çıktı ve kendilerini tutuşturdular.

Zulüm, bedenini tutuşturmuş yanan tutsakları kurşun yağmuruna tuttu. Artık açıktı; saldırı durmayacaktı,öyleyse direniş de bitmeyecekti. Kendi vücutlarından ördükleri barikatlarda direndi tutsaklar. Direniş, bazı hapishanelerde iki-üç saat sürerken, Bayrampaşa’da birgün, Çanakkale ve Ümraniye’de üç gün sürdü.

Saldırıda 28 tutsak şehit düştü. Kendini feda edenler dışında, hepsi, hedef gözetilerek atılan bomba ve kurşunlarla katledildi. Bayrampaşa Hapishanesi’nde 6 kadın tutsak kimyasal gazlar ve alev makineleriyle diri diri yakıldı. Binlerce askerle saldırıp, yakıp yıkan ve kurşunlarla, bombalarla katledenler, geride 28 ölü, yüzlerce yaralı bırakarak ancak 83 saat sonra “ele geçirebildiler” tüm hapishaneleri.

Yaralılara ilişkin bugüne kadar hiç kimse bir rakam veremedi. Çünkü yaralanmayan tutsak kalmamıştı neredeyse. Kurşunlar, bombalar, gazdan bayılmalar, her tutsak bu vahşetten nasibini aldı. Eskaza direnişin içinde vücudunu bir kurşun sıyırmamış olanlar, hapishaneler “ele geçirildikten” sonra işkenceden geçirildiler. Bulundukları koğuşlardan çıkarılan tutsaklar, çamurlar, buz gibi sular içinde yarı çıplak saatlerce dövüldüler, yatırılıp, sürüklendiler.

Kısacası, oligarşi F tipi hapishaneleri bir “savaş”ın içinde, tam bir vahşet sergileyerek, Naziler’in kullandığı tüm yöntemleri Türkiye hapishanelerine taşıyarak açtı.

OLİGARŞİNİN BÜYÜK YALANI: “HAYATA DÖNÜŞ”

Hiç kuşkusuz bu katliamdan herkesin aklında kalan iki kelime “hayata dönüş” oldu. Böyle bir katliamın “hayata dönüş” olarak adlandırılması tarihi bir kara mizahtı. Ölüm orucundakileri kurtarmaktı güya resmen açıklanan amaç. Fakat ölüm orucunun sürüyor olması da değildi operasyonun nedeni.

Peki neydi bu neden?
Ölüm orucu iktidarın “mutabakat” vadiyle bırakılsaydı şöyle olurdu, böyle olmazdı diyenlerin de bir türlü görmek istemediği neden, aslında bizzat oligarşinin sözcüleri tarafından da açıklanmıştı. “Artık geleceğe
daha güvenli bakabileceğiz… Artık kimse devletle başedilemeyeceğini anlamış olmalıdır.”
diyen Ecevit anlatıyordu bu nedeni. Hatta aynı Ecevit, hala anlamayan kalmıştır diye, ertesi gün 19 Aralık Operasyonu’na ilişkin bazı
“eleştirileri” hatırlatan gazetecilere “siz sonuca bakın” diyor ve ekliyordu: “Terör yuvaları temizlenmiştir.”

19-22 Aralık’ın nedenini anlamayanlar için İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın da bir açıklaması vardı: “Tabii asıl amaç Ölüm Oruçlarını bitirmek değil, onun yanında devletin otoritesini sağlamaktı.”
(Sadettin Tantan, 19 Aralık 2000)

İktidar ortağı MHP’nin sözcüsü Oktay Vural da şöyle demişti: “Bu operasyon sadece insani bir operasyon değil, örgüte karşı bir operasyondur.”

Jandarma Komutanlığı’nın katliamdan birgün sonra verdiği basın brifinginde Kurmay Albay Ali Aydın da şöyle demişti. “F tipi uygulamasıyla terör ülke gündeminden çıkarılacaktır.”


Ama NATO, MGK, AB karargahlarındaki plan, hapishanelere uymadı. “Terör” dedikleri devrim mücadelesini ülke gündeminden çıkaramadılar. Hala bununla yatıp kalkıyorlar. Çünkü bombalarına rağmen 19-22 Aralık’ta ve hücrelerine rağmen F tiplerinde, boyun eğdiremediler. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki, eğer 19-22 Aralık’taki bu vahşet püskürtülebildiyse, devrim ve sosyalizm umudu yaşatılabildiyse, bunu herkesten önce onlara, 19 Aralık’ta zulmün karşısında kahramanca duran 28 şehidimize borçluyuz.

  • devam edecek –
    Not: Bu yazının hazırlanmasında 11 Aralık 2005 tarihli Yürüyüş Dergisi, 31. Sayısından yararlanılmıştır.

Sosyal ağlarda paylaşın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.